20 Mart 2013 Çarşamba

Başkanlık Rejiminin Yönetim Sistemi

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.

Günümüzde, 2013 yılında iktidarda bulunan AKP, anayasayı değiştirmek ve başkanlık rejimini kurmak isteğini anayasa önerisi olarak vermiş bulunuyor.

Bu istek, yani parlamenter rejim yerine başkanlık rejimi kurma isteği, ilk olarak 21 Ekim 2007 günü yapılan referandumla ortaya çıkmıştı. Referandumun sorusu özünde şuydu: "ABD’deki gibi başkanlık sistemine geçelim mi?"[1]

Aşağıda, referandum süreciyle başlanarak, başkanlık rejiminin devlet örgütlenmesinde hem merkezi hem taşra yönetimi bakımından ne tür değişiklikler getireceği ele alınmaktadır.

Yazının alt başlıkları şunlardır:
21 Ekim Referandumu
Halk Cumhurbaşkanını Nasıl Seçecek?
Cumhurbaşkanını Halk Seçerse Ne Olur? 
Yetkinin Gücü Kaynağından Gelir ; Yürütmenin Gücü Kurul'dan Kişi'ye Geçer ; Başkanlık Rejimi Eyalet Sistemi Gerektirir
21 EKİM REFERANDUMU

21 Ekim Referandumu, 5678 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun halk oylamasına sunulması işidir. Bu yasa TBMM Genel Kurulunda 10 Mayıs 2007 tarihinde kabul edilmişti. Yasaya neden olan en yakın olay, 6 Mayıs 2007 günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi birinci turunda toplantı yeter sayısı olan 367 oyun sağlanamamasıydı. Anılan yasa, ANAP’ın desteğiyle çok sayıda siyasal manevradan biri olarak doğmuştu.

Bu yasada düzenlenen ve halkoylamasına götürülmesi hedeflenen konular şunlardı:

a) Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi
b) Cumhurbaşkanı görev süresinin yedi yıldan beş yıla indirilmesi
c) Aynı kişinin iki kez üst üste cumhurbaşkanlığı yapamaması kuralının yerine ikinci kez beş yıllık süreyle bu göreve getirilmesi (5+5 olarak dile getirilen formül)
d) Milletvekili seçim döneminin beş yıldan dört yıla indirilmesi
e) TBMM'nce yapılacak “bütün işlerde” tamsayının üçte birinin toplantı için yeterli sayılması.

Bu yasa, 11. Cumhurbaşkanı seçimi için ayrı bir madde içeriyordu. Madde 6, Anayasaya “geçici madde 16” ile bir ek getirmekte, 11. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini düzenlemekteydi.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı veto etmiş ve Anayasa Mahkemesine göndermişti. TBMM Genel Kurulu yasayı yeniden görüşerek, hiçbir değişiklik yapmadan 31 Mayıs 2007 günü yine kabul edince, yasa 16 Haziran 2007 günlü Resmi Gazetede yayımlandı.

Cumhurbaşkanı ve CHP bu kez Anayasa Mahkemesine başvurmuştu. Anayasa Mahkemesi iptal başvurularını reddedince süreç işlemesini sürdürdü.

Anayasaya göre referanduma gidiş süresi 120 gündür. Bu süreyi kısaltıp 45 gün olarak belirlemek ve referandum sandığını 22 Temmuzda kurmak isteyen siyasal iktidar bir adım daha atmıştı. 2 Haziran 2007 günü TBMM 5682 sayılı Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunu çıkarmış, Cumhurbaşkanı bu yasayı da geri gönderince, takvimin 22 Temmuza yetişmeyeceği belli oldu. Süreç kesildi ve mevcut yasa hükümleri yürürlükte kaldı. Buna göre halkoylaması Anayasa değişikliğinin Resmi Gazetede yayımlandığı günü izleyen 120. günden sonraki ilk Pazar günü yapılmalıdır. Söz konusu yasanın Resmi Gazetede 16 Haziranda yayımlandığı göz önüne alınarak referandum tarihi 21 Ekim 2007 olarak kesinlik kazandı.

22 Temmuz 2007 günü yapılan seçimler, AKP’nin 340 milletvekili sandalyesi almasıyla sonuçlandı. Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesi için toplantı yeter sayısı 367 olarak devam ediyordu. MHP, DSP ve DTP milletvekilleri AKP’ye destek oldular. CHP hariç tümü Genel Kurulda yer aldılar ve 11. Cumhurbaşkanının yedi yıl görev yapmak üzere seçilmesini sağladılar.

Ne var ki, takvimi işleyen anayasa değişikliği yasasında 11. Cumhurbaşkanı seçiminin halkoyu ile gerçekleşmesi öngörülmüş ve ortaya çözüm bekleyen büyük sorular düşmüştü:

1. TBMM’nin seçtiği 11. Cumhurbaşkanı ne olacak? Anayasa ve halkoyu “onbirinci halk tarafından seçilir” diye emrettiğine göre, TBMM’nin seçmiş bulunduğu onbirinci cumhurbaşkanı anayasal temelden yoksun kalmış olmayacak mıydı?

2. Bugünkü durumda seçildiği için anayasa hükmü gözardı edilecekse, hukuk temeli karışık "onbirinci" ne kadar görev yapacaktı? Beş yıl yapacaksa, aynı makam için biri eski biri yeni iki farklı kuralın aynı makama uygulanması nasıl mümkün olacaktı?

3. Bugünkü durumda seçilmiş TBMM beş yıl mı yoksa dört yıl mı görev yapacaktı? Halihazırda beş yıllığına seçilmiş bu parlamentoya “yeni” kural -dört yıl görev süresi- uygulanacaksa, halihazırda yedi yıllığına seçilmiş cumhurbaşkanına “yeni” kuralın uygulanmaması nasıl açıklanacaktı?

4. Kısacası tek oyla paket olarak oylanan konulardan birkaçı şimdi, birkaçı sonraki dönemde uygulanabilir miydi?

Nereden bakılırsa bakılsın tuhaf görünen bu durum, en yüksek devlet organlarının dar siyasal hesap ve manevralara sorumsuzca kurban edilmelerinin sonucu olmuştur. Dar siyasal hesaplarla davranma dönemi, bu acınası örneğe karşın kapanmamıştır.

Referandumda, tek oyla yanıt verilmesi istenen beş soru vardı. Bu sorular bir araya getirildiğinde bir "sistem" kurmadıkları, moda deyimle "bir paket" oluşturmadıkları için her biri ayrı ayrı ve farklı yanıtlanabilirdi. Nitekim, sürelerle ilgili sorular, oy kullanacak çok büyük çoğunluk için uygun olabilirdi. Ama aynı şeyi cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve TBMM toplantı yeter sayısının düşürülmesi konularında söylemek hiç kolay değildi.

Gerçekte TBMM toplanarak bu süreci durdurma, anayasa değişikliği “paket”ini kaldırma olanağına sahipti. Böylece, siyasal iktidarca yürütüldüğü görülen hiçbir ciddi devlette görülmesi beklenemeyecek bu saçma durum ortadan kaldırılabilirdi. Ne var ki bu yola başvurulmamış, 21 Ekim 2007 referandum sandığı süreci durdurulmamıştır. Hezeyan sandığı, halkın önünden yine dar siyaset uğruna kaldırılmamıştır.

HALK CUMHURBAŞKANINI NASIL SEÇECEK?

21 Ekimde oylanacak olan öneriye göre, 11. cumhurbaşkanından başlamak üzere, bundan böyle cumhurbaşkanlarını doğrudan halk seçecektir. Ancak, “doğrudan halk tarafından seçilmek”, gerçekte bağlı bir sözdür.

Çünkü gerekli şartları taşıyan her yurttaş serbestçe aday olamaz; herhangi bir toplumsal kesim birini kendi adayı olarak çıkaramaz. Adaylık, ancak TBMM’deki en az yirmi milletvekilinin önermesine bağlıdır. Dolayısıyla, halk cumhurbaşkanı oylamasına parlamentoya girmiş olan partilerin temsilcilerince karar verilmiş kişiler için gidebilecektir. Yeterli koşullara sahip yurttaşların adaylığı sözkonusu olmadığı gibi, çeşitli yurttaş gruplarının desteğiyle aday olmak gibi bir şans da yoktur.

Milletvekillerince gösterilecek adaylar yarışacak, ilk turda “geçerli oyların (tüm seçmenin değil) salt çoğunluğunu (yüzde 51’ini)” alan aday cumhurbaşkanı seçilecektir. Bu sağlanamazsa, seçimi izleyen ikinci Pazar günü (15 gün sonra) ikinci oylama yapılacaktır; buna ilk turda en çok oy almış iki aday girecektir. Bu turda “geçerli oyların çoğunluğunu” almış olan aday seçilecektir.

Tüm seçmenin değil, seçime katılıp geçerli oy verenlerin yarısından çoğuna dayalı olarak seçilecek bir cumhurbaşkanı, “devleti temsil” gücüne sahip olabilir mi?

Seçmenin yüzde 70’inin sandığa gidip geçerli oy verdiğini kabul etsek, ilk turda bu oyların yarısından bir fazlasını alan kişi -tüm seçmenin üçte birinin kabulüyle geleceği bu koltuğu doldurabilir mi?

Makamın ağırlığıyla düşük halk desteği arasında doğabilecek bu tür uyumsuzluklar, ülke yönetiminde büyük tartışmaların kaynağı olur görünüyor.

CUMHURBAŞKANINI HALK SEÇERSE NE OLUR?

Cumhurbaşkanı TBMM değil halk tarafından seçilirse, Türkiye’nin “hükümet sistemi” değiştiriliyor demektir. Böyle bir tasarruf, hükümet sistemini parlamenter rejimden çıkarıp devlet başkanlığı rejimine çevirmek anlamı taşır. Bu basit bir değişiklik değildir, tüm devlet organları ve kurumları arasındaki konum, denge ve ilişkide köklü değişiklikler yapılmasını gerektirir.

Referandum sandığını ortaya koyanların “meclisi - başbakanı halk seçiyorsa cumhurbaşkanını da seçsin, halka güvenmek gerekir” biçiminde ortaya koymakla yetinmeleri kabul edilemez bir ciddiyetsizlik örneğidir. Gerçekten de sandıkçılar nasıl bir hükümet sistemi kurmak istiyorlar?

1. Parlamenter sistemi temel alıp, bu sistem içinde 12 Eylülde yapılan “güçlü yürütme” düzenini cumhurbaşkanını daha da güçlendirerek pekiştirmek mi istiyorlar?

2. Fransa’daki gibi hem cumhurbaşkanı hem başbakanı olan yarı-başkanlık sistemi mi istiyorlar?

3. ABD’de olduğu gibi bir "başkanlık sistemi" kurmayı mı amaçlıyorlar?

Bu soruların yanıtları yoktur. Halk, getirilmek istenen yeni hükümet sistemi hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan oylamaya zorlanmaktadır. Bu nedenle gayrimeşru olan referandum sandığının büyük sorunların nedenlerinden biri olarak tarihe geçeceği şimdiden bellidir.

Ortada kalmış soruların yanıtlarını biz vermeye çalışalım.

1) YETKİNİN GÜCÜ KAYNAĞINDAN GELİR

Bir devlette her makamın gücü, o makamın kaynağını nerden aldığına göre belirlenir. Eğer devleti temsil eden kişi, o makamda Tanrı’nın emirlerinin taşıyıcısı olarak kabul ediliyorsa, Halife gibi, onun yeri her türlü kişi, kurum, makamın üstündedir. Tanrı’nın birliği nedeniyle o da tek ve mutlak yetkilidir. (Padişahlık sistemi, krallık sistemi, çarlık sistemi vb... )

Çağdaş devletlerde, devletin başındaki kişi ya da kurumun bu yetkiyi halktan aldığı kabul edilmiştir. Yönetim sistemindeki yerinin ne olacağı, halkın bu yetkiyi o makama hangi yolla verdiğine göre belirlenir. Eğer devleti temsil edecek kişi doğrudan halk tarafından seçiliyorsa, devletin sistemi “devlet başkanlığı”, halkın seçtiği meclis tarafından seçiliyorsa, devletin sistemi “meclis rejimi / parlamenter rejim” olur. Bu iki rejim arasındaki farkı tayin eden, makamların gücünü belirleyen “halk tercihi”dir. Sistemin kalbi, halk tarafından doğrudan seçilen organdır.

Meclis rejimi / parlamenter rejimde, halk doğrudan meclisi seçer. Hükümeti, halkın en çok oy vererek seçtiği partinin başkanı olan milletvekili kurar. Genellikle bakanlar meclisin içinden belirlenir. Hükümet programını meclise sunar, onun güvenoyu olmadan programı uygulayamaz. Hükümetin ve emrindeki idarenin işleyişi meclisin denetimi altındadır; bakanlar ve bakanlar kurulu meclise karşı sorumludur. Böylece meclis, bakanlıklar üzerinden tüm idari kuruluşların genel yöneticisi olarak iş görür. Meclisten doğan yalnızca hükümet de değildir. Hükümetin başı olan başbakandan ayrı olarak devletin başında cumhurbaşkanı vardır. Cumhurbaşkanını da seçen meclisin kendisidir.

Bu rejimde devletin temsili ile hükümetin temsili birbirinden ayrılmıştır. Dolayısıyla başkanlık işi iki ayrı kişi tarafından yerine getirilir. Cumhurbaşkanı devletin temsilcisi olarak tarafsızdır (siyasal partisizlik); simgeseldir (yetkileri çok sınırlıdır); sorumsuzdur (siyasi ve cezai bakımdan yargılama dışıdır). Bu özellikleri nedeniyle siyasal seçim kampanyası dışında kalır; siyasal nitelikli vaadler yüklenmez; toplumda en geniş kesimin en yüksek ideallerinin cismi olarak, halkın seçtiği meclis -TBMM- tarafından seçilir. Varlığını meclise borçludur.

Devlet başkanlığı rejiminde ise bu makamda oturan kişinin kendisi aynı zamanda hükümetin başıdır. Yürütme bölünmemiştir; devlet başkanı hem cumhurbaşkanı hem de başbakandır; hükümet doğrudan kendisinin yönetimindedir. Bu ağırlıklı konum, devlet başkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinden kaynaklanır. Devlet başkanı ile meclisin kaynağı, ayrı ayrı seçilmek üzere doğrudan halktır. Dolayısıyla devlet başkanı meclis karşısında son derece güçlü bir konuma sahiptir.

Bu sistemde, devletin başındaki kişi “siyaset” yapar; ülkenin savunma, sağlık, eğitim, ulaştırma, ticaret... tüm politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasından siyaseten sorumludur. Dolayısıyla, seçimler süresince kampanyasını, bizde milletvekillerinin ya da parti başkanlarının yürüttüğü türde yürütür.

Mevcut parlamenter rejimin en belirgin göstergelerinden biri, başkanlığın “devlet başkanı” ve “hükümet başkanı” şeklinde ikili olması ve bunların meclisten doğması olduğuna göre, demek ki, referandum sandığı onaylanırsa, Türkiye, hükümet sistemi bakımından bir değişiklik yaşamış olacaktır. Bu yeni hükümet sistemi “yarı-başkanlık rejimi” mi yoksa “başkanlık rejimi” mi olacaktır; ilgililer bu konuda sessizdir.

2) YÜRÜTME GÜCÜ “KURUL”DAN “KİŞİ”YE GEÇER

Parlamenter hükümet sisteminin başlıca göstergelerinden biri, meclise karşı sorumlu olan “bakanlık sistemi”dir. Bakanlar kurulu meclise karşı sorumlu değilse, o hükümet sistemi parlamenter rejim değil, “devlet başkanlığı” rejimidir. Bu rejimdeki “bakanlıklar” da kendine özgü başka bir idari sistemdir.

Devlet başkanlığı rejimlerinde, bakanlık görevlerine getirilecek olanların parlamentodan seçilmesi gerekmez. Bunlar, meclisin içinden ya da dışından, doğrudan devlet başkanı tarafından atanır ve onun tarafından görevden alınırlar. Bakanlar tek tek ya da kurul olarak parlamentoya karşı sorumlu değildir. Temsilcilik ve sorumluluk doğrudan başkanlık makamına aittir.

Bakanlıklar, devlet örgütlenmesinin tüm kurum ve kuruluşları bakımından doğduğu kaynak da değildir. Bakanlıkların dışında özerk olarak faaliyet gösteren ve bir bakanlıkla “bağlı” ya da “ilgili” kılınmamış çok sayıda ajans, komite, kurul, kurum oluşturulabilir. Çok parçalı idari yapılanmada üst kademe yöneticilerin büyük bölümü doğrudan ve yalnızca devlet başkanı tarafından atanır. (Parlamenter rejimde / bakanlık sisteminde bu yetki cumhurbaşkanı - başbakan - ilgili bakanın yer aldığı üçlü kararnameye dayanır.)

Meclis / parlamenter rejimlerde ise yürütme kuvveti “kurul” esasına dayanır. Kararlar “kurul” olarak alınır, sorumluluk “kurul” olarak paylaşılır. Kurulun yerleşmiş teknik adı “bakanlar kurulu” ve bunun organları “bakanlıklar”dır. İlke olarak bu kurulda yer alacak olanların da milletvekilleri arasından belirlenmesi, parlamentodan seçilmesi gerekir. (Türkiye’de başbakan için korunan bu şart, devlet bakanlıkları için kaldırılarak parlamenter rejimde bir gedik açılmış durumdadır.) Bu sistemde Bakanlar Kurulu topluca ve üyeleri tek tek meclise karşı sorumludur.

Bakanlık Sistemi "Ortadan Kalkar"

Bakanlık sistemi Türkiye tarihinde ilk olarak 1828 yılında II. Mahmut döneminde ortaya çıkmıştır. O tarihe kadar geçerli olan "veziri azam - sadrazam" unvanı yerini "başvekil" unvanına bırakmıştır. Tanrı’nın elçisi padişahın mutlak iktidarını “mutlak vekil” olarak kullanan sadrazamlığın ve danışma organı “divan”ın yerini, padişahın mutlak iktidarını “ortak sorumluluk”la paylaşan “bakanlar kurulu” almıştır. Bir önceki sisteme oranla yetkiler ve sorumluluklar dağıtılmıştır. Zaman içinde “mutlak iktidar” odağı Padişahın güç yitimine koşut olarak, bakanlık sistemi her türlü düzenleme ve denetleme gücünü kendine toplayan ana yapı haline gelmiştir. 20. yüzyıl boyunca hangi zaman dilimine baksak kolayca görebileceğimiz gibi, devlet sistemine ait tüm kurum ve kuruluşların kaynağı ya da odağı bakanlıklar olmuştur. Hemen tüm kamu kurum ve kuruluşları bu çekirdeğin çevresindedir. Bunların bazıları “bağlı kuruluş”, bazıları “ilgili kuruluş”tur. Ama her tür, sistem içinde bir bakanlığın uzantısı olarak yer bulur.

Günümüzde ise parlamenter rejimin yürütme kuvveti olan bakanlık sisteminde önemli değişiklikler vardır. Bakanlıkların, bundan on yıl öncesine dek olduğu gibi devletin ana çekirdeği olduğunu ileri sürmek güçtür. Enerji Bakanlığı “Enerji Piyasası Düzenleme ve Denetleme Kurumu”, Bayındırlık Bakanlığı “Kamu İhale Kurumu”, Ulaştırma Bakanlığı “Telekomünikasyon Üstkurulu”, Maliye Bakanlığı “Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu” kurularak etkisizleştirilmiştir. Genel bir hesaba göre, GSMH’nın %65‘i bu kurul ve kurumların kontrolü altındadır. Buna bir de, bakanlık bünyesi dışına çıkarılan Hazine Müsteşarlığı, özerk Gelir İdaresi Başkanlığı ve özellikle de "bağımsız" Merkez Bankası eklenirse, bakanlık sisteminden geriye kalanın pek de anlamlı olmadığı açıkça görülebilir.

Türkiye’de bakanlıklar tek tek kamu tüzelkişiliğine sahip değildir; hepsi birlikte "devlet tüzelkişiliği" içinde eriyiktir. O yüzden herhangi bir davalaşma olduğunda bakanlığı "Hazine Avukatı" temsil eder. Böyle bir yekparelik, parlamentoyla içli-dışlı çalışır. Böyle bir mekanizmayı, ulusal siyasal-hukuksal güdülerden uzakta hareket ettirmek olanak dışıdır.

Oysa ABD başkanlık sisteminde bakanlıklar "devlet tüzelkişiliği" gibi bir bütün ve ağır odaklık konumuna sahip değildir. Bu ülkede davalaşma, her bir idari kurumun kendisine karşı "kamu tüzelkişiliği" muhatap alınarak adli yargıda görülür. Parlamentoyla mesafesi "güçler ayrılığı" sayesinde iyice açılmış kurumlar dünyası, başkanlık sisteminin parlamenter bakanlık sisteminden farklılığına iyi bir kanıttır.

Türkiye’de ilk örneği 1984 yılında Hazine Müsteşarlığının Maliye Bakanlığından ayrılmasında görülen yeni kurul, kurum ve özerk başkanlık yapıları parçalanması, yürütme ve idare üzerinde meclis yönetimi ve denetimini büyük ölçüde boşa düşürmüştür. Ortaya çıkan yapı, hükümet ve bakanlık sisteminin "devlet başkanlığı" rejimine doğru hazırlandığına göstergedir.

Öneri sahipleri konuyu açıklığa kavuşturuncaya kadar, şu iddianın yerinde olduğunu gösteren bir durum vardır: Bu referandum, ülkenin hükümet sistemini "devlet başkanlığı" modeline göre kurmak amacına hizmet eden ilk adımdır.

Türkiye‘de, devlet tüzelkişiliği -bakanlıklar- içinde toplanmış kurum ve kuruluşlar sistemi, idarenin bütünlüğü ilkesinin yaşama geçmesini sağlar. ABD "devlet başkanlığı" sisteminin ayrı tüzelkişilikler sistemine dayanan idari örgütlenmesi, bu ilkenin uygulanma olanaklarını büyük ölçüde daraltır. Bu yönetsel model, tek tek ülkelerde doğrudan yönetme şansı arayan ve çabucak da bulan küresel kurum, şirket ve vakıfların baskısı nedeniyle Türkiye’nin Türkiye‘den yönetilmesini şimdi olduğundan daha da fazla güçleştirecektir.

3) BAŞKANLIK REJİMİ EYALET SİSTEMİ GEREKTİRİR

Kaynaklar, 2000 yılı rakamlarıyla, dünya genelinde ülke hükümetlerinin 78’inde "başkanlık", 56’sında "parlamenter" model uygulandığını belirtiyorlar. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu üniter siyasal sisteme sahipler. Ülkelerden yalnızca 21’i federal sisteme göre kurulmuş bulunuyorlar.

Örneklere bakılınca, başkanlık rejiminin federalizmi şart koşmadığı görülüyor. Ancak, federalizmin başkanlık sistemiyle daha uygun ilerlediği, buna karşılık parlamenter hükümet rejiminin federalizme önemli sınırlamalar getirdiği ileri sürülüyor. Bunun başlıca nedeninin hükümete ilişkin yetkileri kullanan meclisin eyaletler meclisi değil temsilciler meclisi olduğu belirtiliyor.

İkinci olarak, Türkiye’de yönetim sistemi yirmi yıldan bu yana, toplumun yönetiminde genel yetkiyi yerel yönetimlere tanımaya; bölge esasına uygun bir yapıya geçmeye zorlanıyor. Bunun ilk adımını 1981 yılında 12 Eylül hükümeti atmıştı. Ülkede sekiz bölge valiliği kurmaya girişmiş, büyükşehir belediye modelini hazırlamış, su-kanal yönetimini Dünya Bankası kredisi doğrultusunda İSKİ adı verilen modele göre düzenlemiş, yerel yönetim sistemini şimdi kurulan modele hazırlamaya başlamıştı. ANAP hükümetleri bu modeli ilerletmiş ve federal esaslara göre çalışacak yerel yönetim sistemi, AKP tarafından 2005 yılında çıkarılan yasalarla kurulmuştur.

Çıkarılan yasalarla devlet sisteminde "genel yetki" merkezi yönetimden alınıp yerel yönetimlere verilmiştir; merkezin "idari vesayet" yetkisi daraltılıp yerel yönetimler "özerklik" esasına göre kurulmuştur; Ağustos 2007 Anayasa Taslağı yerel yönetimlere vergi had ve oranlarında değişiklik yapma yetkisi tanımaktadır... Kısacası, üniter sistem içinde yerel yönetimler, bunları "güçlendirme"yi aşıp yerel birimlere federe konum ve nitelik kazandıran değişikliklere tabi tutulmaktadır.

SONUÇ

Şimdiye dek yaşanan süreç ve sahip olduğumuz bilgiler, Türkiye’de ABD tipi bir sistem kurulmak istendiğini göstermektedir. Bu, federal devlet başkanlığı sistemidir.

1. İçinde yuvarlandığımız küresel sömürgecilik çağında, "devlet başkanlığı" sisteminin öngördüğü kurumlar sistemi Türkiye’nin emperyalizme karşı direncini daha büyük oranda ve hızla kıracaktır.

2. Böyle bir hükümet sistemi, üniter yapıyı, bölgesel ve yerel yönetimlerin doğasını dönüştürerek kırmak amacıyla ilerleyen federalizme geçiş çabalarını kolaylaştırarak destekleyecektir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda parlamenter hükümet sistemi doğru tercihtir; bu sistemde Cumhurbaşkanı yetkileri azaltılmalı; bu makama hak ettiği tartışılmazlık ve saygınlık kazandırılmalı; seçim sistemi "temsilde adalet" ilkesince düzeltilmeli; siyasal parti düzeni oligarşik sıkışmadan kurtarılarak TBMM üyeliği ülke yönetimini üstlenebilecek nitelikte adayların çalışma unvanı haline getirilmelidir.

Bakanlıklar sistemini etkisizleştirmiş olan mevcut dağılmaya son verilerek, devlet tüzelkişiliği ve kamu tüzelkişiliği yeniden kurulmalıdır.

Hem parlamento hem bakanlıklar ve idare, piyasaların çıkarlarına değil ülkenin bağımsızlığını ve yurttaşların toplumsal eşitliğini sağlamak amaçlarına odaklanmalıdır. [BAG, 19 Mart 2013/2 Ekim 2007]


[1] Bu yazı 2 Ekim 2007 tarihinde “21 Ekim 2007 Referandumu Nedir?” başlığıyla kaleme alınarak internet ortamında ve çoğaltma yoluyla dağıtılmış olan metin üzerinde birkaç değişiklik yapılarak hazırlanmıştır. O tarihte çalışmaların sloganı 21 Ekim Karşı-devrim Sandığın(d)a Hayır idi. Sloganla hem bu referandum sandığı reddedilmişti; hem de önlenemeyen referandum için kurulan sandıklarda ‘hayır’ oyu desteklenmişti.

3 yorum:

  1. Elinize ve yüreğinize sağlık sayın milletvekilim. Sizi candan kutluyorum ve arkadaşlarımın yararlanması için paylaşacağım. Başarılarınızın en üst düzeyde sürmesi ve esenlik dileği ile saygılar sunarım...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Değerli B.Güler Ayman,
      Sizi içtenliğiniz , donanım ve çabanız nedeni ile kutluyorum. Oldum olası sevmişimdir , beyenmişimdir sizi... Yanılmadım !
      Ümitlerime su veriyorsunuz..!
      Kuşkusuz yazınızı birden fazla sayısız sayfada paylaştım...
      Bu gün bir kez daha okudum.
      "Kürt açılımında" pazarlık konusu yapıldığından hiç kuşku duymuyorum.Bunu size kanıtlamam da gerekmiyor elbet !
      Rejimlerin bağımsızlık karakteri taşıyan ile taşımayanları vardır. Bunlardan başkanlık sistemi ; EMPERYAL iseniz günümüzde ki ABD DE gördüğümüz gibi kendi çıkarı için , saldırganlık ve şiddet yükleniyor. . Mazlum devlet iseniz; içte diktacılığı , dışta işbirliği karakteri yüklüyor. Demokratik Parlamenter sistem ise; insanlığın yüzyıllardır verdiği mücadelenin doğal sonucu olarak halkçıdır. Ulusun egemenliğini , devletin bağımsızlığını daha çok ve daha kuvvetle önceleyen ve hissettiren bir rejimdir. Yazınız bu gerçeği apaçıkça analiz ediyor. Sonsuz teşekkürler .
      ediyorum. Esenlik dileklerimle . Saygı ile..

      Sil