28 Ocak 2013 Pazartesi

28 Ocak 2013, TBMM BASIN AÇIKLAMASI

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
İzmir Milletvekili, CHP PM Üyesi


Sayın Başbakan yeni bir fahri doktoraya sahip oldu; kendisini kutluyorum. Ne var ki, cüppesini giyer giymez, bendenizin kariyerini, belki “fahri” değil de akademik olduğu için, işe yaramaz saydı.
“Parlamentoda bir milletvekili, sanıyorum kariyeri de var, ulus ile millet kavramını birbirine karıştırıyor, ülkemizdeki Türk için kalkıyor millet, diğeri için ulus diyor, içerikten haberi yok, birisi öz Türkçe diğeri Arapça” diyor.
Takdir edersiniz ki, onursal doktoraya dayanan bu eleştiriyle baş etmek bir hayli zor. Yine de cesaret gösterip denemeye kalkışırsam şunları belirtmeliyim: 

1. Etimolojik olarak ulus ile millet, doğru, biri öz Türkçe ikincisi Arapça sözcüklerdir. Ama kavram olarak aynı anlama gelmeyebilirler. Örneğin Osmanlı’da millet vardır; dini gruplara “x milleti” adı verilirdi. Ama Osmanlı’da “ulus” yoktur. Bu anlamda millet “dinsel” toplulukları anlatırken, ulus "dilsel" toplumları anlatır.

2. Aslına bakarsanız, konuşmamda kullandığım terimler bunlar değildi; gözden kaçmış olsa gerek. “Ulus ile millet” değil, ulus ile milliyet (nation – nationalities) demiştim.

Kendilerinin aflarına sığınarak tanımlarsam, durum şudur:

3. Ulus yeni zamanların kavramıdır. Bu,
(1) aralarında biyolojik ve dinsel bağları olmayan çeşitli milliyetlerle etnik toplulukların
(2) ortak bir dil çevresinde
(3) iktisadi yaşam birliği temelinde kurdukları
(4) siyasal birliktir.

Ulus, büyük bir çadırdır. Bizde bu özelliği taşıyan yapıya Türk ulusu diyoruz. (Başbakan Türk millet dediğimi söylemekle birlikte!)

4. Milliyetler ise, tarihin eski zamanlarından bugüne gelir. Milliyetler,
(1) soy/boy ve din bağlarına dayalıdırlar,
(2) kendi dilleri vardır,
(3) kendi içinde iktisadi yaşam birliği yoktur; üyeleri ülkenin herhangi bir yerinde ya da ülke dışında yaşayabilir,
(4) toplumsal – kültürel yapıdır.

Milliyetler, ulus çadırının içindeki unsurlardır. Bizde bu özelliği taşıyan yapılar Kürt, Türkmen, Yörük, Süryani, Çerkez, Laz, Gürcü, vb…. topluluklarıdır. (Başbakan bunlara ulus dediğimi belirterek küçük bir hata daha yapmışsa da, olsun!) 

Sayın Başbakan, “bir ırkı başka bir ırka, bir ulusu başka bir ulusa üstün görmek ırkçılıktır” derken elbette çok haklıdır. Irk biyolojik bir kavramdır. Örneğin beyaz ırkı siyah ırka üstün saymak ırkçılıktır; kabul edilemez. 

Ulus siyasal bir kavramdır; uluslar arasında üstünlük, örneğin Türk Ulusu’nu Yunan ya da Alman Ulusu’na üstün görmek, şovenlik – faşizm diye adlandırılır.

Çağımızın devletlerinde ve Türkiye’de farklı milliyetler, bu büyük ulus çadırının direği olan ortak dil çevresinde, hepsi için aynı-tek olup eşit uygulanan pozitif hukuk düzeni temelinde yaşarlar.

Kısaca “Ulus ile Milliyet eşdeğer değildir” demek; bir çadırdan ve hem çadırın dokumasında hem de içinde var olan unsurlardan söz etmek demektir. Herhalde bunun, medyanın dilindeki “Kürtlerle Türkler eşit olamaz dedi!!!” flaş’ından epeyce başka bir şey olduğu açık ve nettir.

Değerli Basın Mensupları,

İlan ediyorum ki, bu düşmanca başlıklar ve bunları kullanarak üzerimize yöneltilmiş saldırılar, şahsımı ve partimi yıpratmak için yürütülen kapsamlı bir organizasyonun parçasıdır. Bu organizasyon karanlıktır; başarıya ulaşamayacaktır.

Acınacak bir bilgi ve duyarlık eksikliği içinde ne dediğini bilmeden, Türk ulusu ve Türk vatandaşlığı sistemini savunduğum için, şahsımı “ırkçılık, faşistlik, ırkçılığa çanak tutmak” ile damgalamaya girişmiş her kişi ve kurumdan hem şahsım hem partim hem de haksız yere incitilen tüm yurttaşlarım adına özür bekliyorum.

Gerçekte konu şudur:

Bizim karşı karşıya olduğumuz sorun, Türk Ulusu’nu oluşturan Milliyetlerden Biri’nin ulus olmak ve devletleşmek, yani ayrılmak istemesinden ibarettir. Bu sancılı bir derttir, ama olabilir.

Ne var ki, şimdiki istek, mevcut ulusal yapının terk edilmesidir. Bu amaca ulaşabilmek için de, Türk ulusuna ait ne varsa “ırkçı, faşist, sömürgeci” gibi tarihsel ve toplumsal hiçbir kategoriye uymayan saldırılarla mevcut ulusal yapıyı tahrip ediyor. Tahribatı, kendileri için hak, eşitlik, özgürlük diye savunuyor.

Anlaşılıyor ki, Sayın Başbakan akıl almaz bir kavram kargaşasıyla, ulus yapısına yönelik bu haksız ve yersiz saldırıları, siyasal bakımdan doğru bulmakta ve desteklemektedir. Nitekim aynı konuşmasında, Kürtçü siyasetler gibi Türk Ulusu ve Türk Vatandaşlığı’na son verilmesini savunmaktadır. Bunun yerine, karşımıza bir tür “milliyetler devleti” ve Osmanlı’daki anlamıyla “milletler devleti” yaratacak olan TC vatandaşlığı sistemini getirmek istemektedir.

Kısaca, “Kürt Sorunu”nun çözümü, Türk ulusal yapısının ortadan kaldırılmasında bulunmuştur. Yani sorunun tanımı değiştirilmiştir. Bu kesimlerin kendi kaynakları şöyle demektedir: “Artık Kürt Sorunu Yoktur, Sorun Türk Sorunudur.”

Uygulanan kimlik siyaseti, Anayasa’dan Türk vatandaşı ve ulusu sözünü silmeye yönelmiştir.

Bu durumda iki soru vardır: 

(1) Nüfusumuzun büyük kısmı tarafından gönüllülükle ve sevgiyle benimsenmiş olan Türk ulusal yapısından vazgeçilebilir mi? 
(2) Kurulacak yeni “ulusal olmayan” siyasal sistem bizi nereye götürür?

Değerli Basın Mensupları,

Ben, Boşnak kökenli Türk vatandaşıyım. Ülkemin, babamın memleketi olan Yugoslavya gibi olmasını istemiyorum. 21. Yüzyıla yakışmayan bu acılar, başka bir hiçbir yerde yeniden yaşanmamalıdır. Yugoslav ulus yapısı ve sosyalist altyapı ortadan kaldırıldığında, ülke milliyetler mezbahasına döndü. Yapılmak istenen Türk ulus yapısını çözme operasyonu ve sonrasında benzer bir gelecek tehdidi görüyorum.

Türk ulusu yapısı, ülkemizdeki tüm milliyetlerin bireysel kültürel özgürlükler temelinde ve pozitif hukuk sistemi çerçevesinde barış içinde bir arada yaşamasını sağlama kapasitesine sahiptir.

Yapmamız gereken şey, ulusal yapıyı ortadan kaldırmak değildir. Yapılması gereken, “uluslaşmanın mevcut sorunları karşılayacak biçimde yeniden inşası için ne yapmalıyız” sorusu üzerinde düşünmek ve buna çaba göstermektir.

Şimdi uygulanan sağcı “kimlik siyaseti”, kısır ve emredici yapısı nedeniyle bu sorunu çözmeye uygun araç değildir. Kimlik siyaseti eşitlik, özgürlük, barış değil; ayrışma, yabancılaşma, boğazlaşma getirir.

Aklımızı zengin ve esnek “ulusal sorun siyaseti”yle açabiliriz. Özgürlük, eşitlik ve barış, ancak bu sol yaklaşımla ve CHP önderliğinde hayata geçirebilir. [BAG 28 Ocak 2013]


24 Ocak 2013 Perşembe

23 OCAK 2013 TBMM GENEL KURUL KONUŞMASI


23 Ocak 2013 Çarşamba gecesi TBMM Genel Kurul konuşmamın resmi tutanaklardaki hali aşağıdadır:

BİRGÜL AYMAN GÜLER - Burada herhâlde şimdiye kadar böyle konuşmalar duyulmamıştır. BDP Grubundan Sayın Akat'ın yaptığı konuşma kanımızı dondurdu. Sanki başka bir devletin parlamenteriydi, bize "Siz." diye diye inanılmaz şeyler söyledi.

HASİP KAPLAN - Devletin değil, Türkiye'nin parlamenteriyim.

BİRGÜL AYMAN GÜLER - AKP'nin, Türk ulusunu tarihten silmeye, Türk vatandaşlığını tarihten silmeye dönük olan girişimlerinde BDP'yle nasıl iş birliği yaptıklarını onun konuşmasında gördük.

MEHMET METİNER - Yok öyle bir şey. Ne alakası var?

OKTAY VURAL - AKP-BDP koalisyonu zaten!

BİRGÜL AYMAN GÜLER - Öyle bir şey nasıl yok? Anayasa Uzlaşma Komisyonuna vatandaşlık maddesi için partiniz ne önerdi arkadaşlar? "Türk vatandaşlığı"nı değil, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı"nı öneriyorsunuz. Başbakanınız salı günü "Bizim temelimiz Anasırı İslam'dır." diyor.

AYŞE NUR BAHÇEKAPILI - Sayın Başkan…

BİRGÜL AYMAN GÜLER - "Türklük ırkçılıktır." diyor.

İHSAN ŞENER - Doğru söylüyor.

BİRGÜL AYMAN GÜLER - "Ve biz bunu tarihten sileceğiz." diyor. Burada büyük Türk milleti önünde yemin ettiniz, büyük Türk milleti önünde yemin ettiniz.

MEHMET METİNER - Biz ulusalcı değiliz, biz ırkçı değiliz. O Anayasa'yı değiştireceğiz.

BİRGÜL AYMAN GÜLER - O büyük ulusal parti olarak, tek tek şahıs olarak ihanet ediyorsunuz.

MEHMET METİNER - Anayasa'yı size rağmen değiştireceğiz.

BİRGÜL AYMAN GÜLER - Sosyal demokrasiye "militarizm" demek ha?

İDRİS BALUKEN - Sosyalist Enternasyonel'den de kovduracağız; merak etmeyin. Hem burada ulusalcılık yapıp hem dünyada solculuk yapamazsınız.

BİRGÜL AYMAN GÜLER - Kürt milliyetçiliğini bana "ilericilik" ve "bağımsızcılık" diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz. (CHP ve MHP sıralarından alkışlar)

İDRİS BALUKEN - Biz asla milliyetçi değiliz, siz ulusalcısınız, ulusalcısınız!

BİRGÜL AYMAN GÜLER - Değerli arkadaşlarım, AKP ve BDP iş birliğinin yaptığı şey tektir. Türkiye'de Kürt sorunu yoktur. Türkiye'de siz sorunu Türk sorunu yaptınız.

İDRİS BALUKEN - Sizi Sosyalist Enternasyonel'den de attıracağız, hiç merak etmeyin.

SIRRI SAKIK - Vallahi, Türkiye'de sizin faşist anlayışınız var.

BİRGÜL AYMAN GÜLER - Bundan sonra biz savunmadayız, bundan sonra meşru müdafaa hakkı için saldırıdayız.

10 Ocak 2013 Perşembe

Anayasal Vatandaşlık ve "Ne Var ki Bunda!" (4)


“Yeni Anayasa”nın en önemli tartışmalarından biri, vatandaşlık tanımı.

AKP –çevresindeki cemaatler- ve BDP ile diğer Kürtçü siyasetler, “anayasal vatandaşlık” olsun diyorlar. Bunun anlamı, “ulusal vatandaşlık” ilkesinin terk edilmesi. Somut söyleyişle, anayasal vatandaşçılar vatandaşlığa “TC / Türkiye vatandaşlığı” densin istiyorlar. CHP ve MHP ulusal vatandaşlık sürmelidir, yani “Türk vatandaşlığı ilkesi kalmalıdır” diyorlar. [Yazık ki Y-CHP bu konumu terk etmiş, anayasal vatandaşçılığa kaymıştır, Not: 25.3.2015] 

Bazılarımız da, “ne var ki bunda!” duygusu içindeler. Bu duygunun içinden konuşanların ileri sürdükleri başlıca savları beş maddede toplamak mümkün görünüyor:

  • Vatandaşlığın anayasada yazılması kötü bir şey mi? Tabii anayasal olsun, anayasada belirlensin! 
Önerilerden birinin “anayasal vatandaşlık” diye adlandırılmış olması, böyle bir karışıklığa yol açmaktadır. Gerçekte, her iki tür vatandaşlık da anayasada tanımlanır. “Anayasal vatandaşlık”, bu kurumun anayasada belirlenmesi anlamına gelmez. Vatandaşlığın “ulusa göre” tanımlanmaması, bunun yerine devlete (TC) ya da toprağa (Türkiyelilik) göre tanımlanması anlamına gelir. Yani bu terim, farklı bir vatandaşlık sistemini ifade eder.

  • Madem bazı vatandaşlar kendilerini “Türk” diye adlandırmak istemiyorlar, o zaman daha geniş adları kabul edelim; onlar da kendilerini bu ülkeye ait hissetsinler. Bu kavga da bitsin! 
Anayasalar yalnızca aidiyet duygusuna karşılık veren metinler olsa, bu olabilirdi. Ne var ki anayasalar, içerdikleri her cümle bakımından bir mekanizma öngören hukuk metinleridir. Türk vatandaşlığından vazgeçmek, bireysel haklara dayanan yurttaşlık sisteminden topluluk haklarına dayanan bir toplumsal – siyasal sisteme geçiş yapmak demektir. Birkaç örnek vermek gerekirse, Başbakan’ın dile getirdiği 36 etnik grup temelinde okullaşma ve eğitim sistemleri; birden çok dilin resmi dil olarak kabulü; farklı inanç grupları için farklı mezarlıklar; siyasal seçimlerin topluluklara kota uygulamasıyla yapılması; vb… demektir. Devletin bireylere değil topluluklara göre örgütlenmesi, hak ve özgürlükleri hepimiz için genişletmeye hizmet etmez. Aksine, bugün ulaşmış bulunduğumuz ulusal bütünleşmeden yapay biçimde geri adım atmak, bireysel özgürleşmeyi etnik kimliklere sıkıştırarak adeta dinamitler. Böyle bir sistem "kavga" bitirme gücü taşımaz; aksine "kavgalar" yaratır.

  • “Eşit anayasal vatandaşlık”, buna nasıl karşı çıkılabilir ki? Hem eşitlik hem anayasallık, bunlar iyi şeyler! 
Anayasal vatandaşlığın anayasallığı nasıl “anayasaya yazma” anlamına gelmiyorsa, bunun eşitliği de yurttaşlar arasında eşitlik anlamına gelmez. Buradaki eşitlik bireyler arasında değil, grupların/toplulukların birbirine eşitliğidir. Başka bir söyleyişle “eşit anayasal vatandaşlık”, ülkedeki inanç ya da etnik temelli gruplar arasında eşitlik sağlanması talebi demektir. Buna göre, örneğin, her topluluğun dili devlet yaşamında yer bulmalı; resmi dil olabilmelidir. Aksi halde, tek dil resmi dil olursa, o dilin etnik grubu diğer etnik gruplara göre üstünlük elde etmiş, “eşit anayasal vatandaşlık” bozulmuş olur. Yine örneğin eşitlik gereğince, her topluluk kendi kimliğiyle yer alacağı toplumsal - siyasal yaşamda bir diğer topluluğa “eşit olarak” temsil edilmelidir. Bürokraside ve siyasette makam ve sandalyelerin dağılımı, topluluklar arasında eşitlik gözetilerek yapılmalıdır. Kısacası bu anlayışın tasarladığı yapı, cemaatler ve milliyetler devletidir. Formülün “iyi” olup olmadığına, bu içeriğe bakılarak karar verilmesi gerekir.

  • Anayasa’da vatandaşlığa Türk denmişti de ne oldu? Anayasaya yazmak, fiili durumun öyle olacağı anlamına gelmez ki! Bunda arıza çıkarmaya ne gerek var? 
Karşısında bir şey söylenmesi en güç ‘yorum’ bu! Eğer böyleyse, “neden anayasa var’ ve ‘bu kadar insan yıllardır neden anayasa üzerine vakit yitirmişler ki?’ diyebiliriz herhalde. Böyle bir düşüncenin, ‘eşit anayasal vatandaşlık’ formülüyle yapılmak istenen işlere yeşil ışık yakmak anlamına geldiği açıktır.

  • ABD ‘anayasal vatandaşlık’ ilkesine dayanıyor; kendilerine Amerikalı diyorlar. Parçalanmadıkları gibi dünyanın da süper gücü olmuşlar! 
ABD’nin vatandaşlık sistemi ulusal vatandaşlık ilkesine dayanır. Bu ülkedeki 50 eyalette yaşayanların tümü tek resmi dil kullanırlar. Farklı etnik gruplar toplumsal ve siyasal yaşamda “kendi kimlikleri” ile eşit topluluklar olarak değil, eşit bireyler olarak varlık gösterirler. Bu örnek, konunun basit bir isim değişikliği olmadığını güzel bir biçimde göstermektedir.


“Ne Var ki Bunda”cılık

Anayasal vatandaşlık formülü, vatandaşlık sisteminde isim değişikliği yaratmaktan ibaret değildir. Ardında hem toplumun hem devletin başka tipte örgütlenmesini gerektiren kapsamlı bir mekanizma taşır. Sistemi birey olarak yurttaşların eşitliğine göre değil, etnik ve inanç gruplarının eşitliğine göre kurar. “Ne var canım bunda!” tavrı, ya ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak’ durumu ya da başkalarını kandırma amaçlı bir tavır tercihidir.

(BAG, 8 Ocak 2013)

6 Ocak 2013 Pazar

Anayasal Vatandaşlık ve Kürtçü Yaklaşımlar (3)



“Yeni Anayasa” tartışmalarında vatandaşlık sisteminin değişmesini ve sistemin “anayasal vatandaşlık” görüşüne göre tanımlanmasını isteyen kesimlerden biri de Kürt milliyeti çerçevesinde siyaset yapanlardır.[1]

Katılımcı Demokrasi Partisi (KaDeP) ile Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) üniter devlete karşı federalizm talebinde bulunurken, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ‘demokratik özerklik’ etiketiyle üniter devlete değil ulusal devlete karşı konumlanmıştır. Bu iki talep, Anayasa’nın “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” ilkesinin ortadan kaldırılmasını gündeme getirir.

Anayasa’da benimsenmiş olan “bölünmez bütünlük ilkesi” şöyledir:
“MADDE 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.”
Anayasal bölünmez bütünlük ilkesi, tartışmalarda farklı anlamlar yüklenerek konuşulur. Bu ilkeye karşı olanlar, ilkenin içeriğinden rahatsızdır. Ama bir de, bu ilkenin ‘duygusu’ndan rahatsızlık duyanlar vardır. Rahatsızlık daha çok ‘vatanın bölünmez bütünlüğü’ sesinin 12 Eylül faşizmini hatırlatmasındandır.

Ne var ki, konuyu gerçek niteliğiyle anlayabilmek için, sözkonusu ilkenin matematiksel haline odaklanmakta büyük yarar vardır. Devletin ‘ülkesi ile’ bölünmezliği üniter devlet ilkesinin benimsendiğini; ‘milleti ile’ bölünmezliği de ulusal devlet ilkesinin temel alındığını gösterir. Buna göre, Türkiye’de devletin coğrafyaya göre toprak üzerindeki örgütlenişi üniter/tekçidir; federal olamaz. Yani yasa yapma ve yasaları uygulama gücü, ülkenin parlamentosu ile hükümetindedir; bunun dışında siyasal karar ve yürütme organı yoktur. Diğer bütün kurumlar, valilik ve kaymakamlıklar, yerel yönetimler siyasi değil, idari nitelik taşır. Yine buna göre, devletin insana/topluma göre örgütlenmesi “ulus” esasına dayanır; milliyetler devleti olamaz. Tüm vatandaşlar etnik kökeni, inancı, cinsiyeti ne olursa olsun Türk vatandaşıdır. Devlet ve hukuk karşısında vatandaşlara ne birey ne de topluluk olarak hiçbir ayrıcalık ya da dışlama sözkonusu olamaz; vatandaşların eşitliği esastır.

FEDERALİZM YA DA ANAYASAL VATANDAŞLIK!

Kürtçü siyasetin KDP ve HAKPAR kanadı devletin ülkesi bakımından, BDP kanadı ise milleti bakımından bölünmesini talep etmektedir.

KDP ve HAKPAR gibi yapılar, Türkiye’de devletin toprağa göre federalizm esasına göre örgütlenmesini talep ederler; bu talep parti programlarında açıkça yazılmıştır. Öncülüğünü Şerafettin Elçi’nin yürüttüğü (KDP) Programı’nda şöyle denir: “4- Sorunun çözümünde farklı formüller tartışılabilir. Partimizin çözüm formülü özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, laik, demokratik federal sistemdir.” Başkanlığını Kemal Burkay’ın yaptığı HAKPAR Programı’ndaki ifade ise şöyledir: “Parti, üniter devleti reddeder. Kürt sorununda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ilkesel olarak benimser. Sorunun çözümü için, Türkiye’nin Kürt ve Türk halkının eşitliğine dayalı demokratik ve federal bir tarzda yeniden yapılandırılmasını savunur.”

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Programı’nda ulusal devletin ortadan kaldırılması talebi yer alır: “Tek ırk, tek dil, tek din, tek kültür ve erkek egemen anlayış yerine toplumdaki bütün etnik, kültürel, inançsal ve cinsiyet farklılıklarını kapsayacak şekilde, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” esas alınacak ve anayasal yurttaşlık olarak bu üst kimlikle tanımlanacaktır.” BDP için sorunun çözümü, “Türk ulusu” ve “Türk vatandaşlığı” sisteminin ortadan kaldırılmasındadır. Öngördüğü “TC vatandaşlığı”nın nasıl bir yapı getireceği konusunda ise açıklık yoktur. Partinin savını daha çok çoğulculuk, katılımcılık, özgürlük, evrensel insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanmak gibi genel kurallarla savunduğu görülmektedir.

FEDERALİZM ile ANAYASAL VATANDAŞLIK BİRBİRİNİ TAMAMLAR!

İki çözüm birbiriyle çelişir mi? KDP – HAKPAR’ın toprağa dayanan –ülkesi bakımından- federalizm talebiyle BDP’nin topluluğa dayanan –milleti bakımından- federalizm [anayasal vatandaşlık] birbirine karşıt mıdır, değil midir?

Bu soru, Rızgari Dergisi’nde 2007 yılında İbrahim Güçlü tarafından şöyle yanıtlanmıştır:[2] “Türkiye’nin federalleşmesi ile anayasal vatandaşlık arasında bir paradoks değil, birbirini tamamlayan, birbirinin “olmazsa olmaz” şartlarındandır”. Rızgari yazarı, Said-i Nursi gibi “ref’i imtiyaz lazım’ demektedir. Ona göre de “Türk vatandaşlığı” ülkemizde etnik gruplardan birine tanınmış bir ayrıcalıktır:

“Anayasal vatandaşlık, …. tanımı, etnik ve ulusal, dinsel ve mezhepsel, kültürel bir öğeye dayanmaz. Bu anayasal vatandaşlık tanımında, öncelikli ve imtiyazlı herhangi her hangi bir ulus ve etnik grup yoktur. Yani Türkiye’de vatandaş olan herkesin Türk kabul edildiği bir anlayış, Türk ulusal ve etnik yapıya tanınan imtiyaz, anayasal vatandaşlık konseptine aykırıdır. [Devlette]… bütün grupların kolektif hakları güvence altına alınır.”
Rızgari yazısı, anayasal vatandaşlık kavramının Alman Jürgen Habermas tarafından Avrupa Birliği’nin inşası için geliştirildiği bilgisini vermektedir. Çok farklı bir sorun için ortaya atılmış olan kavramı, yapı ve sorunların birbirine benzemezliğine aldırmadan büyük bir hızla kabul edilebilir görmüştür. Yazara göre, “anayasal vatandaşlık, Türkiye Cumhuriyeti gibi çok uluslu ve etnikli topluluklar için daha çok anlamlı bir vatandaşlıktır.”

DEĞERLENDİRME

Anlaşılıyor ki, Nurcu – Gülenci kesim için olduğu gibi Kürtçü kesim için de sorun gerçekte Kürt sorunu değil, “Türk sorunu”dur. Bu nedenle elele verip bizi –Türk vatandaşlığı güzeldir diyenleri- ikna etmeye çalışıyorlar. Bütün “empati programları” buna yönelik. Oysa biz “biz-onlar” karşıtlığı içinde değiliz. Dolayısıyla ortadaki sorunu “empati”yle değil, ancak, hepimiz için yerli yerinde bir dünya ve Türkiye analiziyle çözebiliriz.

Anayasal vatandaşlık, siyasal yapılanma düşüncemizi “birey – toplum” ekseninden “topluluklar – toplum” eksenine sürüklemeye çalışıyor. Bu geri adımı da unsurları topluluklar değil ulusal devletler olan bir AB için imal edilmiş; gelişmiş Batı ülkelerinde yaşanan “göçmenler ve vatandaşlık” sorunları için uygulanabilirliği soruşturulmuş bir kuramdan esinlenmeyle atıyor.

Eldeki kuram bir Alman’a; 1990’lı yıllara; ve Avrupa Birliği'nin inşası amacına dönüktür. “25 ayrı ulusal devletten Avrupa Birliği’ni nasıl yaratırız?” sorusu için ortaya atılmış bir kavramın, bin yıllık tarihle yüz yıllık uluslaşma sürecine sahip Anadolu için uygun bulunmasını anlamak, tarihsel ve mantıksal olarak olanak dışıdır.

Nurcu – Gülenci kesimde olduğu gibi bu kesimde de tarihsel ve mantıksal koşullar, bir çırpıda ideolojik ve siyasal sabitlere kurban edilmiştir. Üstelik bu işlem yalnızca bir "dışalım" da değil, aynı zamanda tarihin çok özel örneklerinden biri olan AB için yapılmış bir kuramın dışalımıdır. Bu tür bir tarihsel – kuramsal tutarsızlık, Türkiye’ye çıkış gösterebilir mi?

Bu formül çıkıştan çok, çıkmaz sokak girişidir. [BAG, 6 Ocak 2013]



[1] Konuya ilişkin önceki ilk yazı: Vatandaşlık Ulusal mı Olmalıdır, Anayasal mı? http://baguler.blogspot.com/2013/01/vatandaslik-ulusal-mi-olmali-anayasal-mi.html İkinci yazı: Anayasal Vatandaşlık ve Nurcu – Gülenci Kesim http://baguler.blogspot.com/2013/01/anayasal-vatandaslk-ve-nurcu-gulenci.html
[2] İbrahim Güçlü, Kürtler, Toplumsal Sözleşme, Federalizm, Anayasal Vatandaşlık, 16.9.2007, http://www.rizgari.com/modules.php?name=Rizgari_Niviskar&cmd=read&id=1149 [Erişim 3 Ocak 2013)

2 Ocak 2013 Çarşamba

Anayasal Vatandaşlık ve Nurcu - Gülenci Kesim (2)

"Yeni Anayasa” tartışmalarında AKP, BDP, kendi partisinin resmi görüşü farklı olmakla birlikte bu cenahta yer tutan bazı siyasetçiler ve Nurculuk, Gülencilik gibi çeşitli dinci çevreler, Türkiye’nin yönetimi için “anayasal vatandaşlık” öneriyorlar.
Hedeflerini tümüyle dinsel referanslara dayandırdıklarını ileri süren dinci siyasal kesimler, “milli” olanın “dini” olanı yok ettiği düşüncesindedir. Bu nedenle çıkış yolunu Osmanlı Devleti’nin hilafetçi örgütlenme kodlarında aramaktadırlar. Bunlardan biri, düşünsel gücünden çok sahip olduğu dünyevi servet ve zengin küresel müttefikleri sayesinde ülkemizde başlıca iktidar odaklarından biri haline gelmiş olan Nurcu – Gülenci siyasettir.

Nurcu – Gülenci kesim, Nesil Yayınlarından Ocak 2011’de Demokratik Açılım Üzerine Düşünceler –Çözüm Mümkün / Çareseri Mimkune başlıklı bir kitap çıkarmıştır. Kitap biçiminde, ama gerçekte Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Arapça dillerinde kaleme alınmış bir bildirge içeren bu yayında, “anayasal vatandaşlık” savunusu yapılmaktadır. Saidi Nursi’yi temel alan Nurculuğun bildirgesine göre anayasal vatandaşlık yapısal çözümdür. Bildirge dört maddede şöyle özetlenebilir:

1.    “Milliyetçilik bir bilinç çarpılmasıdır ve aslında dinle bağdaştırılması mümkün olmayan bir şeydir. Eğer biz kendimizi etnik kimliğimizle tanımlarsak Türk ile Kürt hakiki kardeşliğini hissedemez… Ama asli kimliğini Müslüman olarak görürse, hangi milliyetten hangi dilden hangi coğrafyadan olursa olsun hangi sosyal sınıftan olursa olsun bütün müminleri bu kimliğin içine koyabilir.” (s. 32)
 2.    “Sadece Türk etnik kimliği temelinde tanımlanmış bir millet anlayışı, Türkiye toplumu açsısından problemleri çözücü bir yaklaşım değildir… milli kimlik tanımlamasının etniklikten arındırılması bir zorunluluktur….. Anayasal vatandaşlık olarak adlandırılan, devletin vatandaşıyla kurduğu ilişkinin esas itibarıyla hukuki bir ilişki olması gerektiğini söyleyen yaklaşımı temel alarak bir üst kimlik inşa etmeliyiz.” (s. 22-23) “Türk kimliği yerine, bir üst kimlik olarak anayasal vatandaşlığın ikame edilmesi gerekir.” (s. 38, 48)
 3.     “Dün Kürtler ile Türkler veya Kürtler ile devlet arasında bir sorun olduğunda, bunu Islam’a göre çözmek mümkün olmakla birlikte, seküler milliyetçiliğin iki tarafta da egemen olduğu bugünün vasatında, böyle bir imkanımız mevcut değildir. Dolayısıyla mesele, .. insan hakları anlayışı çerçevesinde çözülme durumundadır. İnsan hakları çerçevesi içerisinde ise temel haklar, sosyal haklar ile kültürel haklar, kolektif haklar ve siyasal haklar yer almaktadır.” S. 49
 4.    “Ref’i imtiyaz lazım”…. (s. 50). Bu anlayışa göre, ulusal yapılanmaya ait ne varsa, toplumda bir kesime tanınmış imtiyaz özelliği taşımaktadır. Dil, bayrak, eğitim, kısaca toplumsal yaşamın her alanında Türk ulusu kimliğine ait her şeyin temizlenmesi gerekmektedir. İşte birkaç örnek:
  • Anayasanın başlangıç kısmında Atatürk milliyetçiliğinin esas alınması... önemli bir soruna işaret etmektedir…. kesinlikle değiştirilmesi…”
  • Ülke genelinde birden fazla resmi dil ya da bölgesel düzeyde birden fazla resmi dil kabul edilebilir. (s. 35-36)
  • “Mesele [Kürt meselesi değil] öncelikle bir Türk meselesidir.” (s. 41). Ulusal/resmi tek dil kaldırılmalı; kültürel çoğulluk, yerel özerklik, “Türk figürlerinin yanında Kürt, Arap ve diğer etnik kimliklerden figürlerin de pozitif şekilde yer aldığı çocuk kitapları, ….” (s. 55)


“Sorun Türk Sorunudur”


Bildirge’nin en önemli ve en kestirme cümlesi, Türkiye’de yaşanan sorunun “Kürt Sorunu Değil Türk Sorunu” olduğunu dile getiren cümledir. Dinci çevreler, kendi iktidarlarının ulusal mücadelelerle sona erdiğini hiç unutmamakta; Osmanlı’da hilafete son verilmesini suçların en büyüğü saymaktadırlar. Çünkü bu devrimle birlikte “dini devlet” ortadan kalkmış ve yerine “ulusal devlet” geçmiştir. İşte bunu yapan Cumhuriyetçi kadroyu, Mustafa Kemal’i, Kemalizmi, Atatürkçülüğü ve Türk vatandaşlığı sistemini öfke ve nefretle karşılamaktadırlar.

Günümüzde “İslam ittihadı” hedefiyle yol alamayacaklarını görüp gerçekçi davranmakta ve kendileri için en korunaklı limanın Batı kaynaklı “evrensel insan hakları sistemi” olduğunu kavramış bulunmaktadırlar. Bunu da yukarıda (3). maddede yapılan aynen aktarmadan görüleceği gibi açıkça dile getirmekten kaçınmamaktadırlar. Bu, kendi varlığını “İslam” üzerine kurduklarını ileri sürenlerin “Hristiyanlık” ile nasıl kolayca iç içe geçtiklerine ilgi çekici bir örnek oluşturmaktadır.

Bunun kadar ilginç bir diğer şey de, İslamcı olduğunu söyleyenlerin, kendi hedeflerine hizmet eden bu yolu, küreselciliğin Alman filozofu Jürgen Habermas’a borçlu olmalarıdır. Nurcu – Gülenciler bu konu bakımından Habermascıdır!


Neden “Yeni Anayasa”? Neden anayasal vatandaşlık?...


Dinci çevreler, 1923’te yaşadıkları büyük yenilgiyi yüz yıl sonra zafere dönüştürmeye çalışıyorlar. Bunun için yeni anayasa, bunun için anayasal vatandaşlık istiyorlar diyebiliriz. 

Ya da daha kısaca: ‘Krizi fırsata dönüştürüyorlar’. 

[BAG, 2 Ocak 2013]


Vatandaşlık Ulusal mı Olmalı Anayasal mı? (1)


Türkiye’nin toplumsal geleceğini çizecek iki siyaset var. Bunlardan biri “ulusal vatandaşlık ilkesi” derken diğeri “anayasal vatandaşlık ilkesi” diyor. Bu iki görüş, güncel “yeni anayasa” çalışmalarının bel kemiğini oluşturuyor.
Birincisi, yaklaşık yüz yıl önce benimsediğimiz “Türk vatandaşlığı sistemi”ni uygun ve gerekli görmek demektir. İkincisi ise “TC / Türkiye vatandaşlığı” ya da sıfatsız yalnızca “vatandaşlık” demeyi önermektedir.
İlk görüş CHP ve MHP resmi görüşleridir; ikincisi AKP ve BDP resmi görüşleridir. Partilerin tümünde diğer görüşün sesli ya da sessiz savunucularına rastlanabilir. Konuyu olanca ayrıntılarıyla bilmek, özellikle bu geçişkenlikler nedeniyle kritik önem taşımaktadır. Savunucular arasında bir de dinci çevrelerin bulunduğu bilgisini eklemeliyiz.

Ulusal – Anayasal Vatandaşlık Ne Demektir? 

Ulusal vatandaşlık ilkesini benimseyenler, refah içinde diri bir geleceği güvence altına almak amacıyla dünyanın ve Türkiye’nin güncel ortamıyla koşulları kaynak göstermektedirler. Düşünsel dayanakları ulusal devlet deneyimidir.
  1. “Türk” bir etnisite değildir. Türkmen, Yörük, Tahtacı … gibi etnisiteler vardır; ama Türk adı taşıyan bir etnik grup yoktur. Türk, kültürel kavim adlandırmasıdır; Anadolu’da bin yıllık Türkçe ortaklığı ve yüz yıllık Cumhuriyet’le yaşanan uluslaşma süreci, Türk kavramını her türlü etnik aidiyetten kurtarmıştır.
  2. Ulusal vatandaşlık, topluluk kimliklerini yani etnisite ve milliyet bölünmelerini aşmayı sağlayan ulus kimliğinin ürünüdür. Bu sistem, toplumu toplulukların değil bireysel temelde yurttaşların eşitliği üzerinde yükselir. Böyle bir eşitlik, her türlü etnisite; inanç grubu; cinsiyet gömleklerini yırtar ve bireysel özgürleşme sağlanır.
Anayasal vatandaşlık ilkesini benimseyenler, farklılıkların altını çizmek ve “ötekini savunmak” amacıyla dünyada yaşandığı varsayılan (dünyanın değil) “küreselleşme”nin gerekleri ile Türkiye’deki alt toplulukların (Türkiye’nin değil) istemlerini kaynak göstermektedirler. Düşünsel dayanakları küresel emperyalizmin felsefecisi Alman Jürgen Habermas’tır:
  1. Vatandaşlık “ulus” üzerinden değil, yalnızca “anayasa” sözleşmesi çerçevesinden kurulmalıdır. Şimdi ulus ve vatandaşın adı olan “Türk”, bir etnisite/ırk adıdır. Türkiye’de yaşayan kimi vatandaşlar bu isimden rahatsızdır; Türk adlandırmasının kendilerini ifade etmediği ve dışladığı düşüncesindedirler.
  2. Anayasal vatandaşlık, “eşit”lik sağlamalıdır. İlkenin tam adı “eşit anayasal vatandaşlık”tır. Bu sistem,  bireyleri değil toplulukları bir arada tutacaktır. Ulus kimliğinden kurtuluş, topluluklar kimliklerinin tanınmasını mümkün kılacaktır. İşte bu farklı kimlikler arasında eşitlik sağlanması gerekir.
Bu özellikler sayesinde, anayasal vatandaşlık sistemi, toplumdaki her farklı topluluğu anayasanın koruması altına almış olacaktır. Tüm topluluklar, kendi varlıklarını sürdürebileceklerdir. Bunun yolu, farklı topluluklara hukuksal tanıma sağlamaktan geçer. Anayasal vatandaşlık ilkesinin en önemli “yeni bir sistem” özelliği de burada ortaya çıkar. Toplumdaki etnik ve inanç/din temelli topluluklar, toplumsal ve siyasal yaşamda “kendi” adlarına etkinlik gösterme gücüne kavuşturulmuş olurlar. “Kendi” dillerinin resmi dil olarak kabulü, “kendi” eğitim sistemleri, “kendi” temsilcilerinin siyasal yarışı, “kendi” sinemaları, evlilikleri, gömü törenleri ve mezarlıkları….. Devletin yapması gereken, her topluluğa “eşit haklar” tanıyıp bu temelde davranmasıdır.

Kısaca anayasal vatandaşlık, toplum ve siyaset için tek ulusal yaşamdan vazgeçilip cemaatler ve milliyetler yaşamı vaat eder. Toplum ve devlet ulusal değil “cemaatler ve milliyetler dünyası olacaktır.

Bizim İçin Hangisi? 

Anayasalar, kişi ya da toplulukların psikolojik doyumlarını sağlamaktan daha fazlasını yapar. Bir ülkenin tüm yönetim sisteminin yapı ve ilkelerini kurar. Yapı ve ilkeler, şimdiki gibi tarihsel dönüm noktalarında bütün bir ülkenin ve halkın varlık – yokluk sorunudur. Şimdi söz konusu olan Türkiye’nin ve Türk Ulusu’nun geleceğidir. Bu nedenle, “hangisi” sorusuna yanıtımızı politik / taktik nedenlerle değil tarihsel / stratejik nedenlere dayanarak vermek zorundayız.

İki sistemden birini yeğleyebilmek için sorulması gereken temel sorular şunlardır:

“Ulusal vatandaşlık” bizi geleceğe eskisinden daha güçlü bir biçimde taşıyabilir mi? Bunun için bin yıllık oluşum ve yüz yıllık kuruluş dönemleri temel alınıp eleştiri süzgecinden geçirilmeli mi?

“Eşit anayasal vatandaşlık” ilkesine göre kurulacak bir yönetim sistemi, ülke olarak ‘bir Türkiye’nin varlığını ortadan kaldırma sonucu yaratır mı? Bu ilke, tüm halkın refahının artmasına hizmet edebilir mi?

Bize gereken nedir? Ve elbette tarihsel – toplumsal koşullar bakımından değerlendirdiğimizde mümkün olan hangisidir? Ulusal devlet mi yoksa milliyetler devleti mi? 

[BAG, 1 Ocak 2013,

1 Ocak 2013 Salı

İngiltere'de "Yeni" İşçi Partisi Neden Kazandı?


İngilizlerin eski başbakanı Tony Blair bir kitap yazmış, 2010 yılında yayınlanmıştı. Bir Yolculuk adıyla Nisan 2012’de Türkçe çevirisi yapılarak Pegasus yayınevince basıldı. Büyük boy, 736 sayfa.

Kitap pek çok açıdan öğretici. Kitabın en ilgi çekici olan yönlerinden biri, Tony Blair’in “Yeni” İşçi Partisi yaklaşımının neden başarılı olduğunu anlamamıza yardımcı olması.

Tony Blair, İşçi Partisi’nin başına, 1994’te mevcut genel başkan John Smith’in aniden ölümü üzerine geçmişti. 1997’de başbakan oldu ve 2007 yılına kadar iktidarda kaldı. Göreve geldiğinde “Yeni İşçi Partisi“nden söz ediyordu.  İşçi Partisi’ni yenileştirmekten “modernleştirme”yi anladığı görülüyor. Yeni, modern demek… Ama Blair’e göre “modern” ne demek?

Bu sorunun yanıtı, Blair’in partinin tüzük ve program değişiklikleri ile temel iç politika değişikliklerinde sergilediği tavırdan çıkarılabiliyor. Epeyce uğraş gerektiren bir iş; ama kitap okundukça bir fikir oluşuyor. Bu noktalardan bakılınca, Yeni İşçi Partisi “modern”liğinin yeni sağcı tutum anlamına geldiği açıkça görülebiliyor. Yeni parti reformcu bir parti. Reformlar ise 1980’li yıllarda Türkiye’de de acı bir biçimde yaşamaya başladığımız “yapısal reformlar”. Yani sağlık, eğitim sistemlerini piyasaya açmak; özelleştirme ve yerelcilik, yani “küçük devlet”; performans temelli yani fiyata bağlanmış kamu hizmeti; hem kamu hem özel sektörde çalışanları köleleştiren “esnek çalışma”; azgelişmiş dünya ülkelerinde sözde terörizme karşı savaş; özellikle de orta doğuda Irak işgalinin gerçekleştirilmesini sağlamak…. 

İyi ama neden? 

İşçi Partisi’nin başına geçen bir genel başkan ve başbakan, neden ezeli rakibi olan muhafazakarların genel başkanı Margaret Thatcher tarafından açılan yolu seçsin? Komünizm ve sosyalizm köklerini reddedip aklını ve gönlünü neden piyasa imanına teslim etsin? Hadi o bu yolu seçti! Peki İşçi Partisi’ne oy verenler, böyle bir yolculuğa neden onay versin? Öbür yanda özgün seçenek dururken, neden bu sözde değişimi kabul etsinler?

Tony Blair’in Yeni İşçi Partisi’nin “modern yolu”nu neden yeni sağcılıkta bulduğu ve nasıl olup da seçmenden onay bulduğu sorularının açıklaması, 614. sayfada açıkça dile getirilmiş bulunuyor. “Britanya için bir vizyonum vardı” diye başlayan bu paragrafa göre Blair’in modern yolu, yalın ve derin bir vaad için açılmış ve desteklenmiş görünüyor: Bir zamanların “üzerinde güneş batmayan imparatorluğu”nu yeniden diriltmek vaadi ve beklentisi …


Blair’e göre bu vizyon gereğince Yeni Britanya Yeni İşçi Partisi ile yaratılacaktır. Irak , ABD ittifakı, diğer her şey bu büyük fikir içindir: “21. yüzyıl başlarında nerede olmamız gerekir ve gelecekteki potansiyelimizi keşfetmek için tarihimizin büyüklüğünü nasıl aşarız?”


Blair, bu “Yeni” modern yolu, İngiltere’yi sebatla ABD’nin peşine takarak açmış görünüyor. Ama kitap okunduğunda, kendisinin durumu böyle görmediği açığa çıkıyor. Ona göre ABD güçlü ve dünya önderi. Ne var ki bu önder fazla büyük ve zaman zaman da çok hantal. Onu yok saymakla yol alınamayacağı açık olduğuna ve bu önder olmayacak zamanlarda hantallıktan muzdarip olduğuna göre bir fırsat var! Blair, ABD yumruğunu kaldırıp indiren asıl kas olmaya heves etmiş, bunun için çok çaba harcamış görünüyor.


Yeni İşçi Partili Tony Blair, Yeni Britanya’yı “ABD ittifakı” eliyle yaratmaya çalışırken, ülkesinin bu ittifaktaki konumunu da“uluslararası toplum doktrini” kavramıyla sağlamlaştırmaya giriştiğini anlatıyor. Bunun için büyük başlangıç noktası olarak 24 Nisan 1999 tarihli konuşmasını işaret ediyor. Buna göre “uluslararası toplum”, yani bir avuç gelişmiş ülke küresel müdahale hakkına sahiptir. Ama bu hak, şimdiye kadar olduğu gibi doğrudan ulusal çıkarları tehdit edildiği zamanla sınırlı bir dar görüşten kurtarılmalıdır. “Uluslararası toplum”, herhangi bir uzak ülkede yaşayan rejimin kötü doğası nedeniyle de küresel müdahale hakkına sahiptir.  (Sayfa 276, ikinci paragraf)

Okumanın sonucu şöyle özetlenebilir: 

İngiliz İşçi Partisi’nin “yeni”liği, partiyi iktidara, yeni sağcı iç politikadan değil, dış politika alanından taşımıştır. Bu başarı, dünyanın eski Britanya imparatorluğunun, yeni küresel emperyalizm dengelerinden kendisi için yeni bir nefes çıkarma vaadi ve beklentisinden ibarettir.

Blair, iç politikaları bakımından “B.liar” (yalancı) diye damgalanmıştı. Dış politika bakımından da reddedildi; Londra 2003 yılında bir milyon kişilik dev bir mitingle ‘savaşa hayır’ demişti.


Bu durumda, biz üzerinde güneş batmayan emperyalist merkez olma heveslisi olmadığımıza göre, “Tony Blair’in ‘Yeni’İşçi Partisi deneyiminin Türkiye için esin kaynağı olma özelliği yoktur” sonucuna varabiliriz.



KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA BAĞIMSIZLIK İSTEMEK

Birgül AYMAN GÜLER

Küreselleşme, ülkeler birbirine “karşılıklı bağımlıdır” savını ortaya attı. Savın sonucu belliydi: “Küreselleşme çağında bağımsızlık talebi zamanını doldurmuştur; bu talep tarih dışıdır!”
Sözcükler kavram olarak kullanıldığında, üzerinde özenle durulması gereken olgulara dönüşürler. Çünkü kavramlar yalnızca düşünce kalıbı değil, aynı zamanda ‘eylem’ kalıplarıdır. Yukarıdaki önermede ve önermenin sonucunda yanlış olan, “karşılıklı bağımlılık” deyişinin kendisidir.


Bağımlılık karşılıklı olmaz; karşılıklı bağlılık olur. Bağımlılık, karşılıklı değil tek yanlı bir durumdur.

Bağımlılık, bağlılıklardan ve bağlardan farklı olarak “karşılıklı”lık özelliği olmayan durumdur. Bağlı olan, kendi yaşamını kendi iradesiyle sürdürebilir; yönünü kendisi belirleyebilir; karşılıklı bağları karşısındakiyle yeniden ve yeniden müzakere ederek değiştirip yeniden kurabilir. Bağımlı olanın durumu ise böyle değildir. İradesi, karşısındaki tarafından teslim alınmıştır; yönünü belirleme gücü yoktur; karşılıklı bağlar onun için adeta bir tür dizgin takımına dönüşmüştür.

Bağımlılık, karşılıklı bağlardaki kötülük, iyileştirilmesi gereken hastalık durumudur.

Türkiye’nin AB’nin çekirdek ülkeleri ve ABD karşısındaki durumu böyledir. AB ülkeleri ile Türkiye arasında, karşılıklı bağlılık bir gerçektir. Dışsatımımızın büyük kısmını AB ülkelerine yaptığımız, yurttaşlarımızdan hatırı sayılır büyüklükte bir kitlenin AB ülkelerinde yaşadığı, AB üretimi için Türkiye’nin önemli bir pazar ve dışsatımları için önemli bir geçiş alanı olduğu gerçektir. Ama bu düzlemde AB ülkelerinin en güçlüsü olan eskinin ‘düveli muazzama’sı ile Türkiye’nin karşılıklı konumlarının eşit kefelere oturduğunu kim ileri sürebilir?

Ya da ABD… ABD ile karşılıklı ticari ve iktisadi bağlarımız çok daha sınırlı olmakla birlikte mali, askeri ve siyasi ilişkilerimizin “karşılıklı bağlılık” olduğunu kim ileri sürebilir? Türkiye’nin mali, askeri, siyasi olarak ABD iradesini yönlendirme gücü yoktur; ama ABD bu güce kabul edilemeyecek ölçülerde sahip durumdadır. İki ülke arasındaki ilişki “karşılıklı bağlılık” değil, Türkiye’nin ABD’ye bağımlılık durumudur.

Ülkeler arasındaki karşılıklı bağlılıklar, uygarlık ve dünya barışı için iyi bir şeydir. Bu bağları güçlendiren ticari ve siyasi ilişkilerin güçlendirilmesi yararlıdır. Karşılıklı bağların güçlendirilmesi, bu ilişkilere gösterilebilecek en yüksek özenin gösterilmesi ile mümkündür. Dünya barışı, ancak bu özen sayesinde sağlamlaştırılabilir. Eğer, karşılıklı bağlarda bağımlılık hastalığı varsa, dünya barışı hiç tereddütsüz tehlikede demektir.

Küreselleşme ideolojisi, ortadan kaldırılması gereken 'bağımlılık' durumuna ilişkin olarak, yalnızca “yok varsayma” tutumu geliştirmiştir. Bunu da, “karşılıklı bağlılık” durumunu “karşılıklı bağımlılık” sözcüğü ile ifade ederek, kısacası ‘garp kurnazlığı’ sergileyerek kolay yoldan halletmeye çalışmıştır.

Türkiye ve Türkiye’ye benzer konumdaki diğer ülkeler, dünya ülkeleriyle karşılıklı bağları güçlü, yani bağımlılık durumu ortadan kaldırılmış bir konuma yükseltilmelidir. Bu, aynı zamanda dünya barışını güvence altına almanın da en etkili yoludur. [BAG, 30 Nisan 2012]


Liberal Gericiliğin Savaş Düşkünlüğü


Sabah Gazetesi’nde Hasan Bülent KAHRAMAN adlı yazar, Suriye Kadın Birliği’nin çağrısı üzerine bu ülkeye gitmemizi “ideolojik” ve “suç” oluşturan tavır saymış. Kahraman, sanki hükümete ve savcılarına suç duyurusunda bulunuyor. 2 Kasım 2011 günlü ‘Olmaz, olmuyor, olmayacak’ başlığı koyduğu yazısında diyor ki:
“CHP'li bir grubun Suriye'yi ziyarete gitmesi olacak iş değil. Hayatta olmadığı gibi siyasette de hiçbir şey tesadüf değil.”…“İdeolojik bir tavırdır.”
“Hiçbir şeyin tesadüf olmaması gibi hiçbir şey masum da değildir….. "cereyan eden" ilişkilerin ne türden olduğunu da anlamak kabil….. Güler de onun [Cumhuriyet Mitinglerinin] öncülerinden biriydi. “
CHP kadınları olarak Suriye’ye gitmek ideolojik değil uluslararası siyaset ekseninde siyasal bir tavırdır; bu bir yana… Cumhuriyet Mitingleri hatipliğinin ona göre “masum değil”liğini yazması, yani “suçluya işaret” etmesi ise, Kahramanların yazarlıktan muhbirliğe kanatlanması olsa gerek. Kahramanlar, “cereyan eden ilişkiler”i çözmüş, sürüp giden davaların polislerine pek bir iş bırakmamışlar. Liberaller, Cumhuriyet Mitingleri’ni bir türlü suç kategorisine aldıramadılar; bu büyük tarihsel başkaldırının üzerinden dört yıl geçti, demek ki bazı ‘yazarlar’ hala vazgeçmemişler.
Her ne kadar ilgili yetkililere taze bir hedef gösteriyorsa da, yazının geri kalan kısmını okuyabilenler için bu da çok önemli sayılmaz. Kahramanlar öyle bir dünya görüşünü temsil ediyor ki, kaleminden kan damlıyor, insanın aklı duruyor:
“… Kaddafi kendisini öldürmeye gelenlere ….. …. rejimler devrilsin …. hele bugünden sonra, bunca kan akıtılmışken… …. iki tutuklu kişinin milletvekilliği [ne ki!]… “
Kahraman, Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesine değil de can verirken katillerine söylediği söze takılıyor. Yalnızca Irak’ta 2003 Irak Savaşı’nda 1 milyon sivilin ölümüne, nüfusun %16’nın yer değiştirmek zorunda kalmasına, vb. aldırmadan “rejimler devrilsin” çığlığı atıyor. Tutukluluk sürelerinin akla, vicdana, hukuka aykırı kabul edilemez uzunluğuna hiç aldırmadan “iki” kişilik sorunla durumu geçiştirmeyi vicdanına sığdırabiliyor.
Bu kansever muhbir yazar, bununla da kalmayıp, neyi arzulayıp arzulamadığımızı da bildiğini ilan ediyor:
“… gene asker- bürokrasi ittifakı içinde bir "siyasal dönüşüm"  gerçekleştirmeyi arzuluyorlar.”
“Gene”... Demek ki daha önce böyle bir dönüşüm yapmışız. Yazısından anlaşılıyor; Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki devrimlerden söz ediyor. Kuşkusuz, devrimci dönüşümü arzuluyoruz; ama bunu nasıl ve hangi araçlarla yapacağımız başka bir konu.
Peki kim bu arzulayanlar? Saymaktan da geri durmuyor:
“…. bütün o Cihanerler, Tarhanlar, Aygünler, Gülerler, Haberallarla.. “
Bu “-ler/-lar”, belli ki Kahramanlara hiç hoşlanmadığı birşeyler ifade ediyor. Ne ifade ettiğini bilmemiz kolay değil. Ama bilinen birşey var ki, bu beş isimden ikisi ‘Ergenekon’dan yargılanıyor; böylece yazarın yazısının başında dile getirdiği ihbar da kendisini iyice açıktan ele veriyor.  
Bu isimler bana ise görevini yaparak örümcek ağlarını araştıran ama hiçkimseyi ihbar etmemiş bir savcıyı, hukuk ve vicdanı birleştirmiş bir yargıcı, iş adamını, akademisyeni ve dünya çapında ün kazanmış yurtsever bir hekimi, TBMM’nin 24. Dönem milletvekillerini anlatıyor.
Kahraman yazar, son vuruşu yapıyor:
“Şimdi G.B Yardımcısı da [bu bendeniz oluyorum] tıpkı zamanında Ecevit'in kalkıp, dostum, kardeşim falan dediği Saddam Hüseyin'in ayağına gitmesi gibi Suriye'ye gitmektedir.”
Yazar biliyor mu bilmem, Sayın Bülent Ecevit’in Körfez Savaşı öncesi ve sonrasında Irak’a yaptığı üç ziyarete Milliyet Gazetesi’nin üç yazarı ile foto muhabiri de katılmıştı. Ve o ziyaretlerde Ecevit, Türkiye’nin başına 1991’de sarılan “Çekiç Güç” derdini, Irak’ın kuzeyindeki geçici yerleşim bölgelerinin fiili işgal bölgelerine ve bir devlete dönüştürülme olasılığını, Kerkük sorunuyla Türkiye’nin nereye çekilmek istendiğini anlatmıştı Türkiye’ye ve tüm dünyaya.
Bülent Ecevit, bu ziyaretleri nedeniyle yöneltilen eleştirilere ise şu karşılığı vermişti:
“Irak’ı düşündüğüm için değil, Türkiye’yi düşündüğüm için gidiyorum. Irak’ta tüm ilgili ülkelerin büyükelçilikleri var, yerinden ve doğru bilgi ediniyorlar; Türkiye’nin diplomatik ilişkileri en düşük düzeye indirmesi, hele böyle bir dönemde, akıl alır iş değil!”
Bizler, hem Türkiye’yi hem Suriye’yi düşündüğümüz için gittik Halep, Şam ve Lazkiye’ye. İşgal ve savaş istemediğimiz için, ülkemizde ve dünyada barış için gittik Suriye’ye.
Ve bu yazıyı okuyunca, bir de kana susamış burjuva liberallik kendini gözler önüne sereserpe seriversin diye gitmişiz meğerse…
Olur, oluyor, olacak! Emperyalist savaşlar bitecek, dünya ve Türkiye özgürleşecek.

Not: Bu arada, bu yazıda geçen “keller fodullar mı demek gerekir, bilemiyorum... “ cümlesinin anlamını kendi başına ele aldığımda da bağlam içinde düşündüğümde de çözemedim. Çözen olursa, açıklamasını dinlemekten mutlu olurum. 
 [BAG, 7 Kasım 2011, Ankara, http://www.birgulaymanguler.net/index.php?option=com_content&view=article&id=397&Itemid=129 ]