4 Ekim 2014 Cumartesi

Ulusça, Nice Bayramlara...


Eylül 2014 Türkiye Gündemi Araştırması'nda "etnik kökeniniz ne" sorusuna %84'ümüz Türk diyor. Anadiliniz ne sorusuna %91'imiz Türkçe diye yanıt veriyor.
Sorun, uluslaşmada geldiğimiz bu etkileyici aşamayı görmezden gelip etnikçiliğin aşılamayacağını sanmak...
Etnik kökenlerimizle hiçbirimizin sorunu yok; farklı anadillerimizle de..
Azlıkta olan özelliklerimizi ezmek elbette olmaz; çokluğa ait özelliklerimizi inkar ise hiç olmaz.
Ulusal varlığımız, ortadoğu yangınında gördüğümüz emperyalist şiddete ve vahşete karşı tek gücümüz. 21. yüzyılın küreselci yıkımında, iyi ki Türk ulusu var. İyi ki onun bireyi ve yurttaşıyım...
Nice bayramlara, ulusça.... 04 Ekim 2014



30 Eylül 2014 Salı

KIRIKOĞLU'NA TEŞEKKÜR


Cumhuriyet Halk Partisi, güçlü genel sekreterlik modeline göre örgütlendiği 2010 yılına kadar 8 genel başkana ve 23 genel sekretere sahip olmuş. Genel sekreterlerden biri, 1971 – 1973 arasında görev yapan Kamil KIRIKOĞLU. Yaşamını 65 yaşındayken 1979’da yitiren Kırıkoğlu’nun 23. Kurultay konuşması çarpıcı.

27 Kasım 1976’da toplanan Kurultay’ın önemi, Altı Ok’a yeni altı-ilke eklemesi yapan bir Program taslağı getirilip, partinin Sosyalist Enternasyonal üyeliğinin kabul edilmesinde gizli. İşte bu Kurultay’da Kırıkoğlu günümüzde her yanı sarmış olan “tematik sıralama” yerine genelden özele “analitik sıralama”nın etkileyici bir örneği olarak, önerilerini dünya koşullarının çözümlemesiyle başlatan bir konuşma yapmıştı.

Dünya Koşulları
“Küçülen dünyamızda ülke içi sorunlar, uluslararası gruplaşmalar ve çıkar çatışmalarının bir uzantısı haline gelmiştir. Bu olgu, özellikle dışa bağımlılıktan doğan sorunları gittikçe büyüyen ülkemiz için fazlasıyla geçerlidir. Çözümleme önerilerinde bu kriterin gözden kaçırılmaması gerekir.”
Bugün sıkı sıkıya sarılmamız gereken bir düşünme tarzı. Kırıkoğlu bu sözlerle, son yıllarda “küreselleşme kaçınılmazdır, sakıncalarından sakınıp fırsatlarından yararlanalım” diyen teslimiyetçi fırsatçılıktan pek farklı bir yaklaşım sergiliyor. Aklı memlekete odaklı. Dünya koşullarındaki yoğunlaşmayı bağımlılık gerçeğimizle etkileşimi bakımından değerlendirmeliyiz diyor. “Türkiye üçüncü dünyanın ülkeleri saflarına katılmalıdır”. OECD ve Uluslararası Enerji Ajansı, NATO ve AET ile ABD ilişkilerimize açıklık kazandırmamız gerektiğini söylüyor. Fransa ve Yunanistan gibi NATO’nun askeri kanadından çekilme cesareti göstermemiz, AET ile imzalanmış “Katma Protokol”ün ıslahı yoluna giderek bu kurumla Akdeniz ülkeleri arasında kurulan rejime benzer yeni bir ilişki sistemine gitmemiz gerektiğini dile getiriyor. Bunun Batı ile aktif ve olumlu ilişkiler kurmamıza engel değil, aksine yardımcı olacağını ilan ediyor.

İslamcı Akımlar
“Türkiye’de faşizm kitle tabanından tamamen yoksun olduğu için sadece teröre dayalı bir hareket olarak belirmekte ve bu niteliğiyle emperyalizmin ve kapitalizmin en karanlık oyunlarına alet olan tehlikeli bir özellik kazanmaktadır. Buna karşılık belli bir kitle tabanına sahip olan… İslamcı akım… kapitalizmin gelişmesinden ve emperyalizmin milli sınır tanımayan baskısından yılgınlığa kapılan küçük ve orta mülk sahiplerinin tepkisini emin kanallara ve giderek sermayenin hizmetine yöneltmek gibi bir görev yüklenmiştir.”
Çok önemli değil mi? Daha 1976 tarihli konuşmasında Kırıkoğlu, “bu tepkinin büyük sermaye, dış çıkar çevreleri ve faşizmin hizmetine sevk edilmesini önlemek için çaba sarf edilmesi” uyarısı yapmaktadır. Bunun, gerçekçi ve sosyo-ekonomik politikalar geliştirmekle başarılacağı görüşünde.

Programımız Ne Olmalı?

Kırıkoğlu için diğer temel başlıklar da şunlar:
* Sağın ittifaklar cephesine karşı, CHP’nin kendi dışındaki ilerici güçlerle sürekli koalisyon olanaklarını geliştirmesi gerekir.
* Fikir ve örgütlenme özgürlüğü, belli çıkar çevreleriyle dıştaki tekelci ortaklarının mali güçlerine ve politikadaki ustalıklarına karşı en etkili mücadele aracıdır.
* Emekçi kesimler arasında yüzyıllardır ekilmiş nifak tohumlarına ve çelişkilere karşı “halkın birliği ilkesi”yle adil bir düzenin kurulması için çalışılmalıdır.
* Bürokratik değil demokratik devletçilik, çok uluslu dev şirketler ağı karşısında nefes alabilmenin ve kalkınmanın gereğidir. Planlı bir ekonomik düzen, çıkış yolumuzdur.
* Güçlü sendikacılık ve tarımda demokratik kooperatifçilik, demokrasinin gelişmesi için zorunlu iktisadi temeldir.
* Bugün bütün dünyada demokrasinin işlemesini engelleyen en büyük tehlike, solun iktidarına karşı kanlı darbeler hazırlamaktan dahi geri kalmayan uluslararası sermaye ve işbirlikçileri gerçeğidir. Bu nedenle, salt ekonomik gerekçelerle değil, demokrasinin güvence altına alınması için de… 
Bilmeli ve Anımsamalı

Siyaset ve CHP deneyimini öğrenmemizi sağlayanlara teşekkür borcumuz büyük. Bunlardan biri olarak Tanju CILIZOĞLU’nun Kırık Politika –Anılarla Kamil Kırıkoğlu başlıklı kitabına teşekkür borcumuz çok.

Gerçekten de, her kuşak ve her yetkili, kendisinden önceki deneyimi bilmeli. Karşımıza çıkan sorunların hemen hiçbiri, insanlığın ilk kez karşılaştığı sorunlar değil. Aksine, bunlar daha önceden mutlaka görülmüş ve zaman zaman da pek güzel çiğnenip çözüme erdirilmiş sakızlar.


29 Eylül 2014 Pazartesi

ÜÇ KRİTER KIRILMASI


ABD’nin başkentinde Ortadoğuda Kürt Realitesi: Risk, Beklenti, Fırsatlar başlığıyla bir toplantı düzenlenmiş. Toplantı orada ama ev sahibi ABD değil, HDP Washington Temsilciliği. Konuşanlar da İran hariç Türkiye, Irak, Suriye’deki Kürtçü siyasetlerin temsilcileri, yabancı kimse yok.

Toplantı, HDP tarafından düzenlenen “2. Kürt Konferansı” olarak duyuruldu. Bu parti toplantısına başka partilerden gelen tek temsilci CHP’den, başka bir siyasal partiden ne üst ne alt düzeyden temsilci var.

CHP temsilcisi, partinin Ortadoğu sorunu ve ABD-Ortadoğu ilişkileri ekseninde değil de, “realitenin Türkiye parçası” üzerinde konuşacak.

Temsilci Tanrıkulu Milliyet Gazetesi’ne yaptığı açıklamada, CHP’nin Türkiye’de Kürt sorununa üç çözümü olduğunu söyleyeceğini belirtmiş: (1) yurttaşlık meselesinde eşit vatandaşlık, (2) Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın (AYYÖŞ) uygulanması, (3) anadilde eğitimin kabulü.

28 Eyl 2014
ANLAM ve SORUNLARI

Eşit vatandaşlık, ulusal yurttaşlığın yarattığı engeli aşma formülü, temsilciye göre. Çözüm, bireysel haklara değil etnik/dinsel topluluk statülerine dayanan yurttaşlık sisteminin getirilmesinde. Başka bir adlandırmayla “anayasal vatandaşlık”ta. Yani, PKK/HDP tarafından savunulan, AKP’ce benimsenmiş, AB-D çevrelerinin destek verdiği yol. Ulusal yurttaşlığı kuran “Türk vatandaşlığı”nı kaldırmayı, yerine TC’liği getirmeyi, etnik toplulukların anadillerine resmi dil statüsü vermeyi öngören yol. Yeni Anayasa’da yapılmak istenen şey. CHP Programı bireysel haklara dayanan ulusal vatandaşlığı, yani yurttaşların eşitliği ilkesini benimsediği için, geçtiğimiz yıl Anayasa Komisyonu’nda CHP tarafından reddedilmiş olan formül.

AYYÖŞ’ün uygulanması, “Kürt Sorunu”nu çözümü için ikinci kriter. Temsilci bu açıklamasında da, AYYÖŞ’ün Türkiye’nin tüm yerel yönetimlerinde uygulanarak halkın katılımını artıracağını söylemiş. Ama “Kürt Sorunu” için neden ayrıca işe yarayacağını daha önceden yaptığı gibi şimdi de açıklamamış. Biz söyleyelim. 

AYYÖŞ 1995 yılında yapılan bir yorumla “yerellik esası” –subsidiarite- yönünde kullanılabilen bir araca dönüştü. Avrupa Konseyi’nde baskın kesim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi amacını “yerel yönetimlerin federal ilkeye göre örgütlenmesi”ne bağlamış durumda. Bunlar Türkiye’ye gönderdikleri heyetler ve Türkiye için hazırladıkları raporlarla anayasa değişikliği isterler. Onlara göre AYYÖŞ’ün uygulaması için Anayasa’da idare bölümünü değiştirmek gerekiyor. Somutça, “idarenin bütünlüğü” ilkesinin ve “idari vesayet” kurumunun kaldırılması; Anayasa’ya merkeziyet yerine “yerellik ilkesi”nin yerleştirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla “AYYÖŞ uygulansın” demek, Yeni Anayasa için CHP tavrını şimdiden teslim almak anlamına geliyor.

Anadilde eğitimin kabulü, bir üst düzey yöneticinin kamuoyunun göz ve kulakları önünde Parti Programı’nı ihlal etmesine son kanıtı oluşturuyor. Üstelik bu ihlal bir yabancı ülkede ilanen yapılarak, Parti önümüzdeki günlerde ortaya çıkabilecek tartışmalarda fena halde açığa düşürülmüş oluyor. CHP Programı, anadilin öğrenilmesini kabul eder; anadilde eğitimi ise anadillerin resmi dil haline getirilmesini gerektiren siyasal-hukuksal işlerden biri olması nedeniyle benimsemez.

ÇÖZÜM TANIMDA GİZLİ

Kürt sorununda ilk sorun, adlandırılışı bir yana, tanımlanışında. Kürt sorunu nedir? sorusuna verilecek yanıt, çözümleri de belirliyor.

Şimdi, 2014 yılında ve geleceğe doğru, “özgürlük ve demokrasi sorunudur” diye yanıt verirseniz (1) ulusal yapıyı –Türk vatandaşlığını-, (2) üniter yapıyı –idarenin bütünlüğünü-, (3) kamu örgütlenmesinde –eğitim, yargı, vb…- tek hukuk düzenini çözmeyi/çeşitlendirmeyi yani bunları dağıtmayı kabul edersiniz. AKP bunları becereceği zamanın sistemine “Yeni Türkiye”, PKK/HDP ise “Yeni Yaşam” diyor. HDP konuğu CHP temsilcisi bu yolu öneriyor.

Soruya, 12 Eylül 1980 politikalarıyla yok edilmiş bireysel kültürel hakların sahipliği ve kullanımında alınmış mesafeyi göz önünde bulundurup, şimdi, 2014 yılında ve geleceğe doğru, bu bir “devlet, toprak ve sınır sorunudur” derseniz, o zaman konuya uluslararası/bölgesel sorun tanısı koyabilirsiniz. O vakit akıllar, özgürlükçü ve eşitlikçi bir yeniden yapılanma için ulusal ve üniter yapıyı pekiştirecek politikaları kolayca seçecektir. CHP programı da bu yolu öngörüyor.

HDP’ye misafirlik, güncel tutum - Program arasındaki çatışmayı, işte böyle hızla ve açıkça gözler önüne sermiş bulunuyor.


22 Eylül 2014 Pazartesi

ULUSALCILIK İÇİN BİR SÖZLÜK ÇALIŞMASI



Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

Bugünkü sıcak tartışmalar pekçok şeye takılıyor. Ama herhalde konuşmaları hızla bir kör dövüşüne çeviren unsur, kullanılan sözcüklere farklı anlamlar yüklenmiş olması. Siyasi ve medyatik saldırılar öyle boyutlarda ki ‘ulusalcıyım’ demek cesaret işi.

“Milliyetçiyim” diyen kimilerine göre ulusalcılık uydurmasyon!

Biri ‘yok öyle bi şey’ derken, F Tipi Emniyet daha 2007’de var-yok demeden ulusalcılığı terörist akımlar arasına almış. Biri ‘biz milliyetçiyiz, ulusalcı değil’ diye incelmiş anlam çizgileri çekerken, bir zamanların komünizmle mücadele dernekçileri ile bugünün şöhretli sağ-sol liberalleri, mücadelelerinin hedefine ulusalcılığı oturtmuş durumdalar.

Hedef etmişlere göre ulusalcılık bir dizi kötü şey: 
(1) Asimilasyon, inkar, imhacılık; yani ırkçılık, faşistlik, şovenizm;
(2) vesayetçilik, askercilik, darbecilik,
(3) küreselleşen dünyaya sırtını dönüp içe kapanmak, yani Batıya sırt dönmek,
(4) küresel serbest piyasacılığa karşı devletçilik,
(5) hepsiyle birlikte 1930’lar takıntısı!
Ulusalcılara göre ise bu düşünce bir dizi iyi şey: 
(1) Küreselci sömürgeciliğe direniş ve dünyadan eşit uluslararası ilişki talebi,
(2) ülkenin siyasal – iktisadi bağımsızlığı,
(3) kon/federasyonculuğa karşı üniter devlet,
(4) çok resmi dilliliğe ve çok-hukukluluk gericiliğine karşı ulusal vatandaşlık sisteminde yurttaşların eşitliği,
(5) laik Cumhuriyet’le özgürleşme,
(6) planla, gelir dağılımı adaletiyle büyük kalkınma.
Tartışma şiddetli, kapsamlı, derin.

Bunun altından kalkmak için temel taşları tek tek dizmek, sözcüklerle terim ve kavramları netleştirmek gerek. Aklı ve sözü netleştirelim ki, politikaları inşa etmek için gerekli hızı kazanalım. Aşağıdaki tarama, bu görevi yerine getirmek için.

ARAPÇA – TÜRKÇE DÜNYASINDA DURUM

İsmet Zeki Eyüboğlu’nun 1998 tarihli Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’nde ulus girişi var, ulusalcı girişi yok. 

Ulus sözcüğünün Kaşgarlı’da ve Uygurca’da yer aldığı bilgisini veriyor. Bölüm, kesim, pay, topluluk anlamında ülüş’ten doğduğunu; Uygurca’da uluş olarak ulus ve ülke, Kaşgarlı’da köy ve il anlamında yer aldığını ve Moğolca’da koyun sürüsü, halk, devlet anlamlarında kullanıldığını söylüyor.

Bu sözlükte millet girişi de var. Arapçadan gelen bu sözcüğün “gerçek anlamı: yazılmış, düzenlenmiş olan. Bir inanca, bir dine bağlı topluluk” diye belirtiliyor. 

Sözlükte milli girişi de açıklaması da yok.

Sevan Nişanyan’ın 2009 tarihli Çağdaş Türkçenin Etimoloji Sözlüğü'nde şu bilgiler var:
“Ulus -Nihai kökeni muhtemelen Türkçe olmakla birlikte Türkiye Türkçesine Moğolcadan alındığı muhakkaktır. Türk Dil Kurumu Tarama Sözlüğü’ne göre 14 – 18. yüzyıllarda göçebe aşireti, Türkmen kavmi demek. Türkiye Türkçesi’nde TDK 1945’te (Fransızca nation karşılığı olarak) millet diye yer almıştır. Yeni Türkçe’de ulusal, ulusçu, uluslararası, uluslarüstü gibi türemeleri vardır.

Ulusalcı -Yeni Türkçe’den, arşivlerde “1999’da geleneksel ulusçu/milliyetçi düşünceden farklı sayılan bir siyasi görüş olarak yer aldı. * 2000 yılı dolayında Mümtaz Soysal ve Doğu Perinçek tarafından popülerleştirildi.”

Millet girişinde, bunun 11 – 19. yüzyıllarda din, mezhep, bir din veya mezhebe mensup cemaat anlamına geldiği belirtiliyor. Fransızca nation karşılığı olan yeni anlamı Türkçeden modern Arap dillerine aktarılmıştır deniyor. Milli için burada da ayrı bir giriş yok.
Milliyet ise, 1900’de millet, kavmiyet anlamında kullanılır. “19. yüzyıl sonlarında Fransızca nation/nationalite kavramının karşılığını millet sözcüğünün geleneksel [dini topluluk] anlamından ayırd etmek için türetilmiş bir sözcüktür. Kamus-u Türki’ye göre kelimenin kendisi müvelled [uydurulmuş] olup kavmiyet anlamında kullanımı galattır. [yanlıştır]”

Ali Püsküllüoğlu’nun 2012 baskılı Türkçe Sözlük çalışmasında ulus “siyasal olarak örgütlenmiş… en geniş insan topluluğu” olarak tanımlanırken, ulusalcı = ulusçu diye verilmiş. Kavramlardaki yeni anlamlara ilişkin ipucu bulunmuyor. Millet girişi ise ulus ile eş anlamlı gösterilmiş.

Arapça – Türkçe terimler dünyası bakımından karşımızda iki sorun bulunuyor:

(1) Siyasal İslamcılar, ısrarla ulus değil millet terimini kullanırken Arapçayı Türkçeye yeğ tutma gösterisi yapıyorlar. Doğru, ama asıl olarak, millet terimini günümüzde ümmet ile anlattığımız dini mensubiyet anlamı nedeniyle yeğliyorlar. Bu siyasetçilerin milletin adını söylemekten kaçmalarının nedeni budur. Demek ki sözlükler “milletin eş anlamlısı ulus” dese de, siyaset bu ikisi arasına büyük bir anlam mesafesi koymuş durumdadır. Bir kesim, millet derken aslında ümmet demektedir. Millet sözcüğü, kastedilen milletin adı [Türk milleti] koyulduğunda bir ulusu anlattığından emin olabiliriz. Bundan kaçınıldığında ise, konuşan kişi millet dediğinde 'ümmet mi diyor, ulus mu?’ diye sormak zorundayız.

(2) Milliyet sözcüğü, 20. yüzyıl başında millet’in ümmet anlamından doğan karışıklığı gidermek nedeniyle türetilmiştir. Doğuşu bilimsel sınıflandırma ya da farklı ve özgün bir nesneyi adlandırma amaçlı değildir. Terimin dilbilimsel anlamda temelini göstermemiz güçtür. Kendisinden başka herhangi bir sözcük üretilmemiş olması, böyle bir arayışın verimli olmayacağını göstermektedir. Bu durumda, milliyetçilik sözcüğünün dinsel değil siyasal birlik olarak millet/ulus anlayışını savunma anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Zaman içinde farklı anlamlar yüklenmiş olmasını ise, ancak siyasal görüşler bağlamında açıklığa kavuşturabiliriz. Daha önemlisi, bir anlam kargaşasını gidermek üzere doğmuş bu terimi yerinde bırakarak, ulus konusunda başka sözcükler ile yol alabiliriz.

İNGİLİZCE – TÜRKÇE DÜNYASINDA

İngilizce sözcükler ile karşılaştırıldığında, karşımıza dört önemli sözcük çıkar.

NATION, Türkçe’de millet – ulus olarak çevrilen sözcük. “A nation” olarak tek bir ülke, “The nation” olarak da tek bir ülkede yaşayan insanların tümü anlamında kullanılıyor.

Bundan türetilen temel isimlerden biri nation-state. Türkçe’ye ulus-devlet diye çevrildi. Sözlüklerde anlamı, bir ulusun bir bölümünü değil tümünü kapsayan bağımsız devlet.

İngilizce sözlüklerde milletçilik – ulusçuluk diye çevrilebilecek “nationism gibi bir terim yer almıyor.

Nation adından national sıfatı, en çok türetme yapılan sıfat olmuş. Türkçe’ye milli- ulusal diye çevirdiğimiz “a national/nationals” İngilizce’de iki farklı anlama geliyor:
(1) Türkçe’de milli ya da ulusal olarak karşıladığımız; yerel – küresel - uluslararası olmayan, ülke düzlemini anlatan kavram. Ya da yabancı değil de yerli yani yalnızca ülkeye ilişkin şeyler anlamında. Örneğin yerel gazete - ulusal gazete ya da milli marş gibi.

(2) Bir ülkenin vatandaşı olan kişinin başka bir ülkede adlandırılışı, vatandaş anlamında. [Türkiye’de yaşayan bir Alman vatandaşı için –German national]

Türkçe’de çeviri bakımından tartışmalı terimlerimiz hep “national” ile ilgili. Nationalism, nationalist, nationalistic, nationality, nationalize….

Başlıca özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

NATIONAL – Milli/Ulusal. Türetilmiş sözcüklerin anlamları kendiliğinden açık değildir. Başka bir deyişle bunlar çoğu zaman tanımlama işlemine tabi tutulmuştur, anlamlara her zaman serbest çağrışım yoluyla erişilmesi güçtür.

Örneğin, national/milli/ulusal sıfatı genelde basitçe ulusla ilgili şeylere işaret eder. Ancak siyaset bilimi çerçevesinde örneğin national government/milli hükümet dendiğinde “özellikle bir kriz sırasında kurulan koalisyon hükümeti” gibi özel bir anlam kazanır. Ya da national anthem/milli marş, bir ülkenin resmi şarkısı anlamına gelir. National park/milli park dendiğinde ise kendisi ülkenin tümünü kapsamayan ama devlete merkezi yönetime ait olan geniş yeşil alanlar anlaşılır.

NATIONALISM – Millicilik/Ulusalcılık… İngilizce’de patriotizm, vatanseverlik bunun eş anlamlısı kabul edilir. Bu isim, istekler ve siyasal tavırlar dünyasına aittir. Anlamı, doğrudan tarihsel siyasal hareketlere ve bunlara karşı tutumlara bağlı olarak ortaya çıkar. Terimin yaygın kullanımında iki anlam bulunuyor:
(1) Bir ulusun siyasal bağımsızlığını istemek.
(2) “Millet aşkı” olarak kendi milletiyle gurur duyan, kendini üstün sayan şovenizm ya da etnik önyargı. Bu daha çok, olsa olsa sözlüklerde olmayan “nationism-milletçilik” gibi bir şey.
İlk anlamı savunanlar nationalist, ikinci anlamı savunanlar nationalistic [şovenist, jingoistic] olarak adlandırılıyorlar. Bu görüşün onaylanmadığını, ayıplanıp kınandığını ima eden ikinci sözcük –nationalistic- unutulmuş gibi. Böylece iki anlam tek ‘nationalist’ sözcüğünde kaynaşınca, bağımsızlıkçılık ile şovenizm aynı kapta gösterilir hale gelmiş bulunuyor.

İngilizce dilinin anayurtlarında “bağımsızlıkçı” olmak, bunların kendilerinden kurtulmak isteyen üçüncü dünya ülkelerini akla getirir. ABD 1700’lü yıllarda bu sorunu halletmiş, İngiltere’nin hiç böyle bir sorunu olmamış. O nedenle olsa gerek, “nationalism” deyince ulusal kurtuluş savaşlarını hiç görmemeyi yeğliyorlar. Sözcüğü ikinci anlama bulayarak yol alıyorlar.

Doğrudan kendilerinin tarihi olan sömürgecilik geleneklerinden doğmuş ırkçılığı, kendi çocukları olan Hitler, Mussolini, Franko faşizmlerini ve şimdilerde kendi anayurtları Avrupa’da kendilerinin yarattığı yabancı düşmanlığı kasırgalarını, “mazlum milletler”in bağımsızlıkçı ulusalcılığını karalamaya araç ediyorlar. Ya da çok haksızlık etmeyelim. Bindirme işini belki de onlardan çok, bu ülkelerin entelektüel ürünlerini “oralara özgü” değil de “evrensel ilke”ye işaret sayan azgelişmiş ülke aydınları yapıyorlar.

NATIONALITY –nationalities- yine iki farklı anlama gelen bir sözcük:
(1) Uyrukluk, vatandaşlık bağı. Bir kişinin bir devlete doğumla ya da hukuksal kabulle bağlanma durumu. [İngilizce öğrenilirken belki ilk duyulan şey: what’s your nationality?]
(2) Milliyetler, etnik topluluk. Bir ülkede aynı etnik kökenden gelen ve kendi etniğine dayalı siyasal varlığı olmayan topluluklar.

İkinci anlama Collins Cobuilt 1987, s. 956 girişinde şu iki cümle örnek verilmiştir: “… the nationalities inhabiting Tsarist Russia (Çarlık Rusyasında yaşayan milliyetler) … European nationalities struggling for cultural and political autonomy” (kültürel ve siyasal özerklik için çabalayan Avrupalı milliyetler).

Buna “kimlik” yaklaşımını benimseyenler “alt-kimlik” diyerek neoliberal ideoloji çerçevesinde bir politika yolu açmaktadırlar. 

Benzer biçimde PKK/HDP anlayışı bunun yerine “halklar” terimini kullanmayı yeğlemektedir. Böylece Birleşmiş Milletler jargonuna sığınıp kendi siyasal amaçlarını uluslararası anlaşmaların zorlayıcı şablonuna yerleştirerek yol almaya gayret etmektedirler.

NATIONALIZE, millileştirme/ulusallaştırma, bir şirket ya da sanayi işletmesini devlet mülkiyetine ya da hükümet kontrolüne alma işlemidir. ABD değilse de Avrupa bu işlemi iyi bilir. Ama 20. Yüzyılda üçüncü dünyanın “nationalized” işlemleriyle dünyanın pekçok ülkesinden kovulma kabuslarıyla da sırtları ürperir. Bu ürperti, küreselleşmeci ideolojinin bu hatırayı bir daha dirilmemek üzere gömülmesi için canhıraş çabalarının başlıca nedeni olmuştur.

TAŞ TAŞA DEĞMELİ Kİ…
AYDINLIK, 29 Eylül 2014
Aslına bakılırsa ulusalcılığa yönelik küfürlerin çeşitleriyle çokluğu ve saldırıların şiddeti, zamanın çıkış yolunu gösteriyor. Bu çıkış yolu ulusalcılıktır. Ulusalcılık zaman dışıymış, dar kalıpmış, marjinal duruşmuş diyenleri bir tarafa koymak gerekir. Bu, zamanımızın ideolojisidir; her yönüyle örmeye ve yükseltmeye hız vermeli.

21. yüzyıldayız. Tarih 2014. 

Bundan daha 25 yıl önce küreselcilik peydah oldu ve pek kısa bir sürede hem kendisini hem de dünyayı batırdı. Ulusala karşı yerellikleri yüceltti, etnik toplulukları cesaretlendirdi, tekellerin dünya hükümeti yönetiminde bugün sayıları 200 olan ulus-devletlerin yerine sayısı 2000’i aşacak devletçikler hayali kurdu, bu hayali barış içindeki dünyada zenginliği paylaşmak vaadiyle sattı. Ama işler öyle yürümedi, küresel piyasalar şişti, patladı patlayacak. Enerji kaynaklarını kontrol savaşı Afrika’yı ve Avrasya’yı kasıp kavurdu.

Dünya elbirlik yeni bir çıkış yolu arayışında. Ulusalcılık, bu arayışın şimdilik en etkili parçası. Bu parçanın taşlarını tek tek yerine yerleştirmeli. 

Taş taşa değmeli ki, kurulsun gelecek.

[BAG, 22 Eylül 2014] 


Kemalizm ve Sosyaller


Dr. Hasan İLERİ’nin incelemesi ilk kez 1999 yılında basılmış. 2011’de genişletilmiş ikinci baskısını okudum. Başlığı Türkiye’de Sosyal Demokrasi 1908-1998. Kitabı internet satışlarından elde etmek mümkün.

Kitabı okuyunca, çoğu zaman sergilediğimiz “-miş gibi yapmak” tavrını, sosyal demokrasi konusunda hastalık derecesinde yaptığımızı fark ettim. Biliyormuş gibi, çözüp halletmişiz gibi yapmaktan hastayız. Bu inceleme ne kadar çok öğretiyor; unutulanları anımsatıyor; en önemlisi de konunun ivedilikle ve derinlemesine ele alınması gerektiğini gösteriyor!

Türkiye’de Başlangıç Nerede?

Türkiye’de sosyal demokrasinin “kökü” kimilerine göre Fatih’in hoşgörüsünde, kimilerine göre Mithat Paşa’da, kimilerine göre Kemalizm’in bağrında. Yazar “hiçbiri” diyor.

Bizde ilk Sosyal Demokrat Fırka (SDF) 23 Aralık 1918’de Dr. Hasan Rıza tarafından kuruldu diyor, kuruluş izni Padişah Vahdettin’den. Wilson Prensiplerini benimseyen SDF Genel Başkanı “TBMM Reisi Muhterem Mustafa Kemal PaşaYoldaş”a mektup da yazmış. 1920 tarihli mektupta sosyal demokrasinin “alemşumul (evrensel) prensipleri”ni onbeş yıldan bu yana tetkik ve İstanbul’da tatbik ettiklerini belirtmiş, sosyal demokrat ilkeler gereğince ilişkide olmayı önermiş. Ankara kurtuluş savaşının ateşinde yanarken, İstanbul’dan gelen ‘temasta olalım’ diyen bir mektup! SDF Ankara tarafından feshedilmiş; 1925’te yeniden kurulmak istendiğinde “memleket idare ve siyasetine ters olduğundan” buna izin verilmemiş.

Bu bilgiler çok önemli.

Yazar böylece, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında “sosyal demokrasi” adlı bir akımın var olduğuna, bilindiğine, üstelik partileşerek somut varlık gösterdiğine dikkat çekiyor. Yani ‘o zamanlar bu akım bilinmiyordu’ diyenlerin sözlerini ağızlarından aldığı gibi, efsunlu başlangıçlar arayanlara da ‘daha fazla yorulmayın’ demiş oluyor. En önemlisi de bu ‘evrensel değerler’ pazarlamasının o dönemde Cumhuriyet’in kurucuları tarafından kabul görmediğini kanıtlıyor.

İkinci Kuşak Sosyal Demokrasi

İnceleme, 1946’da Türk Sosyal Demokrat Partisi adıyla bir kuruluşun daha doğduğu bilgisini veriyor. Genel Başkanı ilk parti kadrosuyla çalışmış olan Cemil Arif (Alpay). Aynı yıl bir sosyal demokrat parti daha kuruluyor; adı Sosyal Adalet Partisi. Yazar bu girişimleri “Türkiye sosyal demokrasisinde pek zayıf da olsa bir “46 ruhu” görülüyor” diye vurguluyor.

Üçüncü parti 1964’te kurulmuş ve bir buçuk yıl yaşadıktan sonra 1965 yılı sonunda CHP’ye katılmış olan Sosyal Demokrat Parti. Başında Sıtkı Ulay var. İncelemenin yazarı Sayın İleri diyor ki, “devlette önemli görevlerde bulunmuş ama sosyal demokrasiyle ilgisi olmayan kişiler”. Yazara göre bu, CHP’de kısa süre sonra doğacak “ortanın solu” adlı sosyal demokratlaşma sürecinin arefesinde ilginç bir atılım!

Diğer kuşakları görece biliyoruz diyelim… Üçüncü kuşakta Bülent Ecevit’in “ortanın solu”, “sosyal demokrasi”, “demokratik sol” dönüşümleriyle DSP oluşumu; dördüncü kuşakta “sosyal demokrasi” etiketiyle SODEP/SHP oluşumu var. SHP 1995’te CHP’ye katıldığına göre, oraya aktarılmış etkiler söz konusu. Bu bölümlerde resmi belgeler isabetle seçilmiş; özü bakımından incelenmiş; çok öğretici ve en önemlisi kritik önemde sorular soran satırlarla bezeli. İnceleme 2000 yılına kadar sürüyor.

Tartışmaya Davet Eden Görüş

Birinci ve ikinci kuşakta Altı Ok dışında ayrı parti olarak örgütlenmiş Sosyal Demokrat partilerin programları incelendiğinde şunlar görülüyor:

Bu görüş; 
(1) ‘ulusal bakış’la pek ilgili değil; milletlerarası işbirliğiyle daha çok ilgili. 
(2) Cumhuriyet, laiklik, milliyetçilik duyarlığı yok. 
(3) Sosyal güvenlikle yakından ilgili; işçi çalışma saatleri, örgütlenmesi, emeklilik hakları, işçi – işveren ilişkilerinin düzenlenmesi programının hemen başında yer alıyor. 
(4) Birey hakları anlayışı, etnik – dinsel özelliklere serbestiyet ile özel girişimcilik hakkını, mülkiyetin yaygınlaştırılmasını bütünleştirmiş durumda. 
(5) Vergide adalet, askerliğin kısaltılması, kadınların desteklenmesi ilgi alanında.

Dr. İleri’nin temel görüşü şu: Başlangıçta olduğu gibi, şimdi de sosyal demokrasi kendi özgün örgütlenmesini yapsın, CHP’yi dönüştürmekle uğraşmasın, çünkü günümüzde çok ihtiyacımız olan “Kemalist misyon, sosyal demokrasi ile taşınamaz”.

Tartışmaya değer, ne dersiniz?

[YENİ ADANA, 21 Eylül 2014]