2019 başkanlık rejiminin, siyasal partiler
üzerinde iki büyük etkisi olacak.
Birincisi, siyasi parti –iktidar (seçimin birincisi
olmak) hedefi birbirinden kopacak.
İkincisi, güçlü idare ararken, bunu
içinden patlatan türde, iki pazarlıkçı parti ile çok sayıda pazarlık
particikleri sistemine yol açacak.
*
Alışageldiğimiz yapıda partisinin genel
başkanını, ‘Başbakan filanca!”
sloganında olduğu üzere başbakan yapmak, partililer için iktidar hedefinin özeti.
Ama şimdi ortada bir tuhaf boşluk duygusu var. Çünkü yapılacak seçimde başbakanlık
olmayacak.
Partisinin genel başkanına ‘Cumhurbaşkanı falanca!” diye tezahürat
yapmak, dillere de akıllara da yabancı düşüyor. Hadi diller kırılıp böyle bağırılsa,
CHP’de olduğu gibi, partinin genel başkanı iktidarın başı olmakta henüz
kararsız. İrice partiler, iktidarı doğrudan eline geçirmekten değil, vekâletle devretmek
gibi akılları zorlayan yollara düşmüş. Öyle
ki, iktidar koltuğuna oturtulacak kimseyi belirlemek için sandıklar kurma
önerileri havada uçuşuyor.
Varlık nedeni ‘siyasal iktidar için mücadele etmek’ diye tanımlanan siyasal
partiler için, herhalde bundan daha büyük bir bunalım olmaz. Varlık nedenini
yitirmek, yokluğa yuvarlanmak demek.
Siyasal partiler için türlü bunalım durumlarının
adeta son durağı.
*
Başkanlık rejimi, 1982’den bu yana, güçlü
idare ararken vardığımız nokta. İlk adımı, güçlü
cumhurbaşkanı diyen 1982 Anayasası atmıştı. İkinci adım, cumhurbaşkanının seçimle belirlenmesi
düzenlemesi getiren 2007 Referandumuyla gelmişti. Bunun uygulaması 2014’te
yapıldı. Üçüncü adım, başkanlık rejimi öngören 2016 Referandumuyla atıldı. Güçlü
yürütme seferberliği, 1982 – 2019 dönemi sonunda, Başkanlık rejimi uygulaması
olarak, 2019 seçimlerinde başlayacak.
*
Ne var ki, ortaya çıkan sonuç, şimdi
kurulacağı varsayılan “güçlü idare’yi
içinden patlatacak kadar sorunlu.
Bu sistemde işler, aynı referandumlarda
olduğu gibi, yüzde 49/51 kapı aralığına sıkıştı. Hükümet olabilmek için, kullanılan
oyların yüzde 51’ine sahip olmak gerekiyor. Seçmenin görece büyük kesimlerini
temsil eden partiler birlikte hareket etmedikçe, bu oranı yakalamakta umutsuzlar.
Üstelik büyüceklerin bir araya gelmesi de yetmiyor. Yüzde 49/51 kapısındaki yüzde
1’lik eksik, çok az seçmenli partileri kilit açacak anahtar katına yükseltiyor.
O yüzden ‘seçim ittifakı yapmak’ şart. Bunun ardından, eğer seçimi
kazanırlarsa, elbette ‘koalisyon
kurulacak’; ittifakın meyvesi bu.
İşte yeni sistemin başka bir sorunu da bu
noktada ortaya çıkıyor. Parlamenter sistemde ‘seçim ittifakları’ ve ‘koalisyonlar’ı
mümkün kılan şey, yaptırım gücüdür. Koalisyon bozulabilir; o zaman hükümet düşer.
Peki bu sistemde?
İttifak/koalisyon yapan hareketler %51’i
yakaladıklarında, ilk işbölümünü, elbette pazarlık sırasında vardıkları
anlaşmaya göre yaparlar. Sonra, diyelim ki büyük ortak anlaşmaya uymaktan sıkıldı.
Ya da küçük ortaklar, daha önceden tamam dedikleri şeyi az bulmaya başlayıp
daha fazlasını istedi. Sonuçta birliktelik iradesi bir şekilde bozuldu.
Ortaklardan biri ya da birkaçı ‘ben
ayrılıyorum’ dedi. Bu sistemde, ortaklık parlamento sandalyeleri temelinde
yaptırıma bağlı değil. Sistemde parlamenter hükümet de bulunmadığı için, ‘koalisyonu
bozma’nın hiçbir yaptırımı yok.
Öyleyse, “ittifak unsurları” ya da ‘koalisyon ortaklığı’nın ne anlamları
kalacak?
Ortakların siyasal parti olarak hiçbir anlamları
kalmayacak. Siyasal partiler birer pazarlıkçı lobiye dönüştürülecekler.
*
Güçlü
idare adına yürünen 1982 – 2016 yolu, Türkiye’nin siyasal
rejimini yalnızca hükümet sistemi
bakımından değil, toplumun siyasal örgütlenmesi bakımından da tarihimizin en
zayıf zaman dilimine sürüklüyor.
Türk ulusunun kendini yönetme yetkisi,
kurumsal mekanizmalarla gerçekleşir. Bu süreç, kurumsal yapıyı kırıyor ve
yerine getirdiği bir mekanizmalar bütünü de yok.
[BAG, Aydınlık 7 Şubat 2018]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder