Batıcı zorlamaların tarihi iki yüzyılı
aşkın.
Bu işi son yıllarda, yakın coğrafyamızda
Avrupa Birliği üstlendi. Aktör olarak belki adı değişti. Ama istedikleri
neredeyse hiç değişmedi. En fazlası, eski laflara yeni sözcükler bulundu o
kadar. Örneğin, on dokuzuncu yüzyılda batıdan doğuya “hayırlı reformlar” akıyordu, 1989’da ‘iyi reformlar’ akışı yaşadık. Eskisi bizim tarihimize ‘tanzimatı
hayriyye’ diye nakşolmuştu, yenisi ise (orjinali good governance) olan ‘iyi
yönetişim’ etiketiyle zerk edilmeye çalışıldı. Özü değişmemişti. Sözde
serbest ticaret, özelleştirme, azınlık ayrıcalıkları, kültürel grup hakları,
insan hakları, illa ki yerelleştirme…
*
Yerelleştirme, 1989’dan başlayarak küresel siyaset kurucuların doğrudan ve açık baskılarıyla yürütülmeye
çalışılmıştı. 1996 tarihli bir rapor, bu açıdan ibret belgesidir. Aynı zamanda,
o günden bugüne yaşadığımız çalkantıların da “belgesi”…
Rapor, Türkiye’nin 1950’de üyesi olduğu
Avrupa Konseyi’nin kuruluşu olan Avrupa
Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nde görüşülmüş ve Türkiye’deki Yerel ve Bölgesel Demokrasinin
Durumu Hakkında 29 Nolu Tavsiye Kararı olarak kabul görmüştü. Bu kararın,
bizim sonraki yıllarda yaşadığımız anayasa değişikliği tartışmaları bakımından
özel bir yeri oldu. Ülkenin tepesinde Demokles kılıcı gibi sallandırıldı.
Tehditlerin kimi açık, kimi kapalı kapılar ardında sürüp gitti.
*
Bu kararda deniyordu ki, Türkiye’de bir yerel yönetim reformu
yapılmalıdır.
Peki ne yapılmalıdır?
Yanıt hiç de bulanık değildi. Şart sayılan
reform, “merkezi otoritenin yerel
yönetimler üzerindeki gereksiz vesayetini kaldırmak” idi. Bunun için ise,
Anayasa’nın belli maddeleri ‘gözden
geçirilmeli’ydi.
Çok öneri vardı. Ama işin özünü bir öneri
oluşturuyordu. Buna göre “Türk
Anayasası’nın 127. Maddesinin reformu” düşünülmeliydi.
Tavsiyeciler diyordu ki, “bu madde problem!”.
Avrupa’nın Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı,
Sovyet sisteminin dağılmasından sonra yeniden yorumlamışlardı. Bu Şart’ın subsidiarite dedikleri ademi merkeziyetçilik, başka bir
deyişle yerellik gerektirdiğine
karar vermişlerdi. Türkiye bu şartı daha önceden onaylayıp imzalamışsa da fark
etmiyordu; kendi sistemini yeni yoruma göre reforma uğratmalıydı.
*
Türkiye’den istedikleri açıktı.
Kendileri söylüyordu: “Türkiye’nin üniter devlet olarak kalmak istediği açık olmakla
birlikte”… Yine kendileri söylüyordu: Türk Anayasasında yerel yönetimler “idarenin bütünlüğü ilkesi”ne
göre düzenlenmişti…
Ama heyhat! Ne üniterlik ne idarenin
bütünlüğü! Türkiye Avrupalılaşmak
istiyorsa, işte bu iki hassasiyeti bir yana koymalı, Anayasa’sının 127. Maddesini
değiştirmeliydi.
*
Bizim Anayasa’nın 127. Maddesi mahalli
idareleri (yerel yönetimleri) düzenler. Bu madde, iki temel ilkeye uygun
düzenlenmiştir. Madde 3’teki “devlet milleti
ve devletiyle bölünmez bütündür” diye ifade edilmiş olan üniterlik, Madde 123’te “idare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür
ve kanunla düzenlenir” diye ifade edilmiş olan idarenin bütünlüğü esastır. Yerel yönetimler işte bu temelin gereği
olarak özerkliklerine göre değil, idari vesayet sistemine göre
tanımlanmıştır.
Tavsiyecilerin istediği, bu maddede yerel
yönetimlerin “idari ve mali özerk
kuruluşlar” diye tanımlanmasıydı; idari vesayet sisteminin ise
kaldırılması/sınırlanmasıydı.
Peki bu olsa, o zaman madde 3’ü ve 123’ü
ne yapacaktık?
Tavsiyeciler, işin yerel yönetim kısmıyla
ilgiliydiler. Görevleri üniterlik – idari bütünlük surlarında koca bir delik
açmaktan ibaretti; ötesi başka “tavsiyeler”in işiydi.
*
Anayasa’yı bu yönde değiştirtmeyi
başaramadılar. Ama ne yazık ki, 2005 yılında, belediye ve il özel idaresi
yasalarına, Anayasa’ya aykırılığı apaçık olmakla birlikte, bunların “idari ve mali özerk” kurumlar oldukları
lafını yerleştirmeyi başardılar.
Yasalardaki bu acayiplik, şimdi ortadan
kaldırılacağı günü bekliyor.
[BAG, Aydınlık, 4 Şubat 2018]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder