20 Mart 2013 Çarşamba

Başkanlık Rejiminin Yönetim Sistemi

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.

Günümüzde, 2013 yılında iktidarda bulunan AKP, anayasayı değiştirmek ve başkanlık rejimini kurmak isteğini anayasa önerisi olarak vermiş bulunuyor.

Bu istek, yani parlamenter rejim yerine başkanlık rejimi kurma isteği, ilk olarak 21 Ekim 2007 günü yapılan referandumla ortaya çıkmıştı. Referandumun sorusu özünde şuydu: "ABD’deki gibi başkanlık sistemine geçelim mi?"[1]

Aşağıda, referandum süreciyle başlanarak, başkanlık rejiminin devlet örgütlenmesinde hem merkezi hem taşra yönetimi bakımından ne tür değişiklikler getireceği ele alınmaktadır.

Yazının alt başlıkları şunlardır:
21 Ekim Referandumu
Halk Cumhurbaşkanını Nasıl Seçecek?
Cumhurbaşkanını Halk Seçerse Ne Olur? 
Yetkinin Gücü Kaynağından Gelir ; Yürütmenin Gücü Kurul'dan Kişi'ye Geçer ; Başkanlık Rejimi Eyalet Sistemi Gerektirir
21 EKİM REFERANDUMU

21 Ekim Referandumu, 5678 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun halk oylamasına sunulması işidir. Bu yasa TBMM Genel Kurulunda 10 Mayıs 2007 tarihinde kabul edilmişti. Yasaya neden olan en yakın olay, 6 Mayıs 2007 günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi birinci turunda toplantı yeter sayısı olan 367 oyun sağlanamamasıydı. Anılan yasa, ANAP’ın desteğiyle çok sayıda siyasal manevradan biri olarak doğmuştu.

Bu yasada düzenlenen ve halkoylamasına götürülmesi hedeflenen konular şunlardı:

a) Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi
b) Cumhurbaşkanı görev süresinin yedi yıldan beş yıla indirilmesi
c) Aynı kişinin iki kez üst üste cumhurbaşkanlığı yapamaması kuralının yerine ikinci kez beş yıllık süreyle bu göreve getirilmesi (5+5 olarak dile getirilen formül)
d) Milletvekili seçim döneminin beş yıldan dört yıla indirilmesi
e) TBMM'nce yapılacak “bütün işlerde” tamsayının üçte birinin toplantı için yeterli sayılması.

Bu yasa, 11. Cumhurbaşkanı seçimi için ayrı bir madde içeriyordu. Madde 6, Anayasaya “geçici madde 16” ile bir ek getirmekte, 11. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini düzenlemekteydi.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı veto etmiş ve Anayasa Mahkemesine göndermişti. TBMM Genel Kurulu yasayı yeniden görüşerek, hiçbir değişiklik yapmadan 31 Mayıs 2007 günü yine kabul edince, yasa 16 Haziran 2007 günlü Resmi Gazetede yayımlandı.

Cumhurbaşkanı ve CHP bu kez Anayasa Mahkemesine başvurmuştu. Anayasa Mahkemesi iptal başvurularını reddedince süreç işlemesini sürdürdü.

Anayasaya göre referanduma gidiş süresi 120 gündür. Bu süreyi kısaltıp 45 gün olarak belirlemek ve referandum sandığını 22 Temmuzda kurmak isteyen siyasal iktidar bir adım daha atmıştı. 2 Haziran 2007 günü TBMM 5682 sayılı Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunu çıkarmış, Cumhurbaşkanı bu yasayı da geri gönderince, takvimin 22 Temmuza yetişmeyeceği belli oldu. Süreç kesildi ve mevcut yasa hükümleri yürürlükte kaldı. Buna göre halkoylaması Anayasa değişikliğinin Resmi Gazetede yayımlandığı günü izleyen 120. günden sonraki ilk Pazar günü yapılmalıdır. Söz konusu yasanın Resmi Gazetede 16 Haziranda yayımlandığı göz önüne alınarak referandum tarihi 21 Ekim 2007 olarak kesinlik kazandı.

22 Temmuz 2007 günü yapılan seçimler, AKP’nin 340 milletvekili sandalyesi almasıyla sonuçlandı. Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesi için toplantı yeter sayısı 367 olarak devam ediyordu. MHP, DSP ve DTP milletvekilleri AKP’ye destek oldular. CHP hariç tümü Genel Kurulda yer aldılar ve 11. Cumhurbaşkanının yedi yıl görev yapmak üzere seçilmesini sağladılar.

Ne var ki, takvimi işleyen anayasa değişikliği yasasında 11. Cumhurbaşkanı seçiminin halkoyu ile gerçekleşmesi öngörülmüş ve ortaya çözüm bekleyen büyük sorular düşmüştü:

1. TBMM’nin seçtiği 11. Cumhurbaşkanı ne olacak? Anayasa ve halkoyu “onbirinci halk tarafından seçilir” diye emrettiğine göre, TBMM’nin seçmiş bulunduğu onbirinci cumhurbaşkanı anayasal temelden yoksun kalmış olmayacak mıydı?

2. Bugünkü durumda seçildiği için anayasa hükmü gözardı edilecekse, hukuk temeli karışık "onbirinci" ne kadar görev yapacaktı? Beş yıl yapacaksa, aynı makam için biri eski biri yeni iki farklı kuralın aynı makama uygulanması nasıl mümkün olacaktı?

3. Bugünkü durumda seçilmiş TBMM beş yıl mı yoksa dört yıl mı görev yapacaktı? Halihazırda beş yıllığına seçilmiş bu parlamentoya “yeni” kural -dört yıl görev süresi- uygulanacaksa, halihazırda yedi yıllığına seçilmiş cumhurbaşkanına “yeni” kuralın uygulanmaması nasıl açıklanacaktı?

4. Kısacası tek oyla paket olarak oylanan konulardan birkaçı şimdi, birkaçı sonraki dönemde uygulanabilir miydi?

Nereden bakılırsa bakılsın tuhaf görünen bu durum, en yüksek devlet organlarının dar siyasal hesap ve manevralara sorumsuzca kurban edilmelerinin sonucu olmuştur. Dar siyasal hesaplarla davranma dönemi, bu acınası örneğe karşın kapanmamıştır.

Referandumda, tek oyla yanıt verilmesi istenen beş soru vardı. Bu sorular bir araya getirildiğinde bir "sistem" kurmadıkları, moda deyimle "bir paket" oluşturmadıkları için her biri ayrı ayrı ve farklı yanıtlanabilirdi. Nitekim, sürelerle ilgili sorular, oy kullanacak çok büyük çoğunluk için uygun olabilirdi. Ama aynı şeyi cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve TBMM toplantı yeter sayısının düşürülmesi konularında söylemek hiç kolay değildi.

Gerçekte TBMM toplanarak bu süreci durdurma, anayasa değişikliği “paket”ini kaldırma olanağına sahipti. Böylece, siyasal iktidarca yürütüldüğü görülen hiçbir ciddi devlette görülmesi beklenemeyecek bu saçma durum ortadan kaldırılabilirdi. Ne var ki bu yola başvurulmamış, 21 Ekim 2007 referandum sandığı süreci durdurulmamıştır. Hezeyan sandığı, halkın önünden yine dar siyaset uğruna kaldırılmamıştır.

HALK CUMHURBAŞKANINI NASIL SEÇECEK?

21 Ekimde oylanacak olan öneriye göre, 11. cumhurbaşkanından başlamak üzere, bundan böyle cumhurbaşkanlarını doğrudan halk seçecektir. Ancak, “doğrudan halk tarafından seçilmek”, gerçekte bağlı bir sözdür.

Çünkü gerekli şartları taşıyan her yurttaş serbestçe aday olamaz; herhangi bir toplumsal kesim birini kendi adayı olarak çıkaramaz. Adaylık, ancak TBMM’deki en az yirmi milletvekilinin önermesine bağlıdır. Dolayısıyla, halk cumhurbaşkanı oylamasına parlamentoya girmiş olan partilerin temsilcilerince karar verilmiş kişiler için gidebilecektir. Yeterli koşullara sahip yurttaşların adaylığı sözkonusu olmadığı gibi, çeşitli yurttaş gruplarının desteğiyle aday olmak gibi bir şans da yoktur.

Milletvekillerince gösterilecek adaylar yarışacak, ilk turda “geçerli oyların (tüm seçmenin değil) salt çoğunluğunu (yüzde 51’ini)” alan aday cumhurbaşkanı seçilecektir. Bu sağlanamazsa, seçimi izleyen ikinci Pazar günü (15 gün sonra) ikinci oylama yapılacaktır; buna ilk turda en çok oy almış iki aday girecektir. Bu turda “geçerli oyların çoğunluğunu” almış olan aday seçilecektir.

Tüm seçmenin değil, seçime katılıp geçerli oy verenlerin yarısından çoğuna dayalı olarak seçilecek bir cumhurbaşkanı, “devleti temsil” gücüne sahip olabilir mi?

Seçmenin yüzde 70’inin sandığa gidip geçerli oy verdiğini kabul etsek, ilk turda bu oyların yarısından bir fazlasını alan kişi -tüm seçmenin üçte birinin kabulüyle geleceği bu koltuğu doldurabilir mi?

Makamın ağırlığıyla düşük halk desteği arasında doğabilecek bu tür uyumsuzluklar, ülke yönetiminde büyük tartışmaların kaynağı olur görünüyor.

CUMHURBAŞKANINI HALK SEÇERSE NE OLUR?

Cumhurbaşkanı TBMM değil halk tarafından seçilirse, Türkiye’nin “hükümet sistemi” değiştiriliyor demektir. Böyle bir tasarruf, hükümet sistemini parlamenter rejimden çıkarıp devlet başkanlığı rejimine çevirmek anlamı taşır. Bu basit bir değişiklik değildir, tüm devlet organları ve kurumları arasındaki konum, denge ve ilişkide köklü değişiklikler yapılmasını gerektirir.

Referandum sandığını ortaya koyanların “meclisi - başbakanı halk seçiyorsa cumhurbaşkanını da seçsin, halka güvenmek gerekir” biçiminde ortaya koymakla yetinmeleri kabul edilemez bir ciddiyetsizlik örneğidir. Gerçekten de sandıkçılar nasıl bir hükümet sistemi kurmak istiyorlar?

1. Parlamenter sistemi temel alıp, bu sistem içinde 12 Eylülde yapılan “güçlü yürütme” düzenini cumhurbaşkanını daha da güçlendirerek pekiştirmek mi istiyorlar?

2. Fransa’daki gibi hem cumhurbaşkanı hem başbakanı olan yarı-başkanlık sistemi mi istiyorlar?

3. ABD’de olduğu gibi bir "başkanlık sistemi" kurmayı mı amaçlıyorlar?

Bu soruların yanıtları yoktur. Halk, getirilmek istenen yeni hükümet sistemi hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan oylamaya zorlanmaktadır. Bu nedenle gayrimeşru olan referandum sandığının büyük sorunların nedenlerinden biri olarak tarihe geçeceği şimdiden bellidir.

Ortada kalmış soruların yanıtlarını biz vermeye çalışalım.

1) YETKİNİN GÜCÜ KAYNAĞINDAN GELİR

Bir devlette her makamın gücü, o makamın kaynağını nerden aldığına göre belirlenir. Eğer devleti temsil eden kişi, o makamda Tanrı’nın emirlerinin taşıyıcısı olarak kabul ediliyorsa, Halife gibi, onun yeri her türlü kişi, kurum, makamın üstündedir. Tanrı’nın birliği nedeniyle o da tek ve mutlak yetkilidir. (Padişahlık sistemi, krallık sistemi, çarlık sistemi vb... )

Çağdaş devletlerde, devletin başındaki kişi ya da kurumun bu yetkiyi halktan aldığı kabul edilmiştir. Yönetim sistemindeki yerinin ne olacağı, halkın bu yetkiyi o makama hangi yolla verdiğine göre belirlenir. Eğer devleti temsil edecek kişi doğrudan halk tarafından seçiliyorsa, devletin sistemi “devlet başkanlığı”, halkın seçtiği meclis tarafından seçiliyorsa, devletin sistemi “meclis rejimi / parlamenter rejim” olur. Bu iki rejim arasındaki farkı tayin eden, makamların gücünü belirleyen “halk tercihi”dir. Sistemin kalbi, halk tarafından doğrudan seçilen organdır.

Meclis rejimi / parlamenter rejimde, halk doğrudan meclisi seçer. Hükümeti, halkın en çok oy vererek seçtiği partinin başkanı olan milletvekili kurar. Genellikle bakanlar meclisin içinden belirlenir. Hükümet programını meclise sunar, onun güvenoyu olmadan programı uygulayamaz. Hükümetin ve emrindeki idarenin işleyişi meclisin denetimi altındadır; bakanlar ve bakanlar kurulu meclise karşı sorumludur. Böylece meclis, bakanlıklar üzerinden tüm idari kuruluşların genel yöneticisi olarak iş görür. Meclisten doğan yalnızca hükümet de değildir. Hükümetin başı olan başbakandan ayrı olarak devletin başında cumhurbaşkanı vardır. Cumhurbaşkanını da seçen meclisin kendisidir.

Bu rejimde devletin temsili ile hükümetin temsili birbirinden ayrılmıştır. Dolayısıyla başkanlık işi iki ayrı kişi tarafından yerine getirilir. Cumhurbaşkanı devletin temsilcisi olarak tarafsızdır (siyasal partisizlik); simgeseldir (yetkileri çok sınırlıdır); sorumsuzdur (siyasi ve cezai bakımdan yargılama dışıdır). Bu özellikleri nedeniyle siyasal seçim kampanyası dışında kalır; siyasal nitelikli vaadler yüklenmez; toplumda en geniş kesimin en yüksek ideallerinin cismi olarak, halkın seçtiği meclis -TBMM- tarafından seçilir. Varlığını meclise borçludur.

Devlet başkanlığı rejiminde ise bu makamda oturan kişinin kendisi aynı zamanda hükümetin başıdır. Yürütme bölünmemiştir; devlet başkanı hem cumhurbaşkanı hem de başbakandır; hükümet doğrudan kendisinin yönetimindedir. Bu ağırlıklı konum, devlet başkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinden kaynaklanır. Devlet başkanı ile meclisin kaynağı, ayrı ayrı seçilmek üzere doğrudan halktır. Dolayısıyla devlet başkanı meclis karşısında son derece güçlü bir konuma sahiptir.

Bu sistemde, devletin başındaki kişi “siyaset” yapar; ülkenin savunma, sağlık, eğitim, ulaştırma, ticaret... tüm politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasından siyaseten sorumludur. Dolayısıyla, seçimler süresince kampanyasını, bizde milletvekillerinin ya da parti başkanlarının yürüttüğü türde yürütür.

Mevcut parlamenter rejimin en belirgin göstergelerinden biri, başkanlığın “devlet başkanı” ve “hükümet başkanı” şeklinde ikili olması ve bunların meclisten doğması olduğuna göre, demek ki, referandum sandığı onaylanırsa, Türkiye, hükümet sistemi bakımından bir değişiklik yaşamış olacaktır. Bu yeni hükümet sistemi “yarı-başkanlık rejimi” mi yoksa “başkanlık rejimi” mi olacaktır; ilgililer bu konuda sessizdir.

2) YÜRÜTME GÜCÜ “KURUL”DAN “KİŞİ”YE GEÇER

Parlamenter hükümet sisteminin başlıca göstergelerinden biri, meclise karşı sorumlu olan “bakanlık sistemi”dir. Bakanlar kurulu meclise karşı sorumlu değilse, o hükümet sistemi parlamenter rejim değil, “devlet başkanlığı” rejimidir. Bu rejimdeki “bakanlıklar” da kendine özgü başka bir idari sistemdir.

Devlet başkanlığı rejimlerinde, bakanlık görevlerine getirilecek olanların parlamentodan seçilmesi gerekmez. Bunlar, meclisin içinden ya da dışından, doğrudan devlet başkanı tarafından atanır ve onun tarafından görevden alınırlar. Bakanlar tek tek ya da kurul olarak parlamentoya karşı sorumlu değildir. Temsilcilik ve sorumluluk doğrudan başkanlık makamına aittir.

Bakanlıklar, devlet örgütlenmesinin tüm kurum ve kuruluşları bakımından doğduğu kaynak da değildir. Bakanlıkların dışında özerk olarak faaliyet gösteren ve bir bakanlıkla “bağlı” ya da “ilgili” kılınmamış çok sayıda ajans, komite, kurul, kurum oluşturulabilir. Çok parçalı idari yapılanmada üst kademe yöneticilerin büyük bölümü doğrudan ve yalnızca devlet başkanı tarafından atanır. (Parlamenter rejimde / bakanlık sisteminde bu yetki cumhurbaşkanı - başbakan - ilgili bakanın yer aldığı üçlü kararnameye dayanır.)

Meclis / parlamenter rejimlerde ise yürütme kuvveti “kurul” esasına dayanır. Kararlar “kurul” olarak alınır, sorumluluk “kurul” olarak paylaşılır. Kurulun yerleşmiş teknik adı “bakanlar kurulu” ve bunun organları “bakanlıklar”dır. İlke olarak bu kurulda yer alacak olanların da milletvekilleri arasından belirlenmesi, parlamentodan seçilmesi gerekir. (Türkiye’de başbakan için korunan bu şart, devlet bakanlıkları için kaldırılarak parlamenter rejimde bir gedik açılmış durumdadır.) Bu sistemde Bakanlar Kurulu topluca ve üyeleri tek tek meclise karşı sorumludur.

Bakanlık Sistemi "Ortadan Kalkar"

Bakanlık sistemi Türkiye tarihinde ilk olarak 1828 yılında II. Mahmut döneminde ortaya çıkmıştır. O tarihe kadar geçerli olan "veziri azam - sadrazam" unvanı yerini "başvekil" unvanına bırakmıştır. Tanrı’nın elçisi padişahın mutlak iktidarını “mutlak vekil” olarak kullanan sadrazamlığın ve danışma organı “divan”ın yerini, padişahın mutlak iktidarını “ortak sorumluluk”la paylaşan “bakanlar kurulu” almıştır. Bir önceki sisteme oranla yetkiler ve sorumluluklar dağıtılmıştır. Zaman içinde “mutlak iktidar” odağı Padişahın güç yitimine koşut olarak, bakanlık sistemi her türlü düzenleme ve denetleme gücünü kendine toplayan ana yapı haline gelmiştir. 20. yüzyıl boyunca hangi zaman dilimine baksak kolayca görebileceğimiz gibi, devlet sistemine ait tüm kurum ve kuruluşların kaynağı ya da odağı bakanlıklar olmuştur. Hemen tüm kamu kurum ve kuruluşları bu çekirdeğin çevresindedir. Bunların bazıları “bağlı kuruluş”, bazıları “ilgili kuruluş”tur. Ama her tür, sistem içinde bir bakanlığın uzantısı olarak yer bulur.

Günümüzde ise parlamenter rejimin yürütme kuvveti olan bakanlık sisteminde önemli değişiklikler vardır. Bakanlıkların, bundan on yıl öncesine dek olduğu gibi devletin ana çekirdeği olduğunu ileri sürmek güçtür. Enerji Bakanlığı “Enerji Piyasası Düzenleme ve Denetleme Kurumu”, Bayındırlık Bakanlığı “Kamu İhale Kurumu”, Ulaştırma Bakanlığı “Telekomünikasyon Üstkurulu”, Maliye Bakanlığı “Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu” kurularak etkisizleştirilmiştir. Genel bir hesaba göre, GSMH’nın %65‘i bu kurul ve kurumların kontrolü altındadır. Buna bir de, bakanlık bünyesi dışına çıkarılan Hazine Müsteşarlığı, özerk Gelir İdaresi Başkanlığı ve özellikle de "bağımsız" Merkez Bankası eklenirse, bakanlık sisteminden geriye kalanın pek de anlamlı olmadığı açıkça görülebilir.

Türkiye’de bakanlıklar tek tek kamu tüzelkişiliğine sahip değildir; hepsi birlikte "devlet tüzelkişiliği" içinde eriyiktir. O yüzden herhangi bir davalaşma olduğunda bakanlığı "Hazine Avukatı" temsil eder. Böyle bir yekparelik, parlamentoyla içli-dışlı çalışır. Böyle bir mekanizmayı, ulusal siyasal-hukuksal güdülerden uzakta hareket ettirmek olanak dışıdır.

Oysa ABD başkanlık sisteminde bakanlıklar "devlet tüzelkişiliği" gibi bir bütün ve ağır odaklık konumuna sahip değildir. Bu ülkede davalaşma, her bir idari kurumun kendisine karşı "kamu tüzelkişiliği" muhatap alınarak adli yargıda görülür. Parlamentoyla mesafesi "güçler ayrılığı" sayesinde iyice açılmış kurumlar dünyası, başkanlık sisteminin parlamenter bakanlık sisteminden farklılığına iyi bir kanıttır.

Türkiye’de ilk örneği 1984 yılında Hazine Müsteşarlığının Maliye Bakanlığından ayrılmasında görülen yeni kurul, kurum ve özerk başkanlık yapıları parçalanması, yürütme ve idare üzerinde meclis yönetimi ve denetimini büyük ölçüde boşa düşürmüştür. Ortaya çıkan yapı, hükümet ve bakanlık sisteminin "devlet başkanlığı" rejimine doğru hazırlandığına göstergedir.

Öneri sahipleri konuyu açıklığa kavuşturuncaya kadar, şu iddianın yerinde olduğunu gösteren bir durum vardır: Bu referandum, ülkenin hükümet sistemini "devlet başkanlığı" modeline göre kurmak amacına hizmet eden ilk adımdır.

Türkiye‘de, devlet tüzelkişiliği -bakanlıklar- içinde toplanmış kurum ve kuruluşlar sistemi, idarenin bütünlüğü ilkesinin yaşama geçmesini sağlar. ABD "devlet başkanlığı" sisteminin ayrı tüzelkişilikler sistemine dayanan idari örgütlenmesi, bu ilkenin uygulanma olanaklarını büyük ölçüde daraltır. Bu yönetsel model, tek tek ülkelerde doğrudan yönetme şansı arayan ve çabucak da bulan küresel kurum, şirket ve vakıfların baskısı nedeniyle Türkiye’nin Türkiye‘den yönetilmesini şimdi olduğundan daha da fazla güçleştirecektir.

3) BAŞKANLIK REJİMİ EYALET SİSTEMİ GEREKTİRİR

Kaynaklar, 2000 yılı rakamlarıyla, dünya genelinde ülke hükümetlerinin 78’inde "başkanlık", 56’sında "parlamenter" model uygulandığını belirtiyorlar. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu üniter siyasal sisteme sahipler. Ülkelerden yalnızca 21’i federal sisteme göre kurulmuş bulunuyorlar.

Örneklere bakılınca, başkanlık rejiminin federalizmi şart koşmadığı görülüyor. Ancak, federalizmin başkanlık sistemiyle daha uygun ilerlediği, buna karşılık parlamenter hükümet rejiminin federalizme önemli sınırlamalar getirdiği ileri sürülüyor. Bunun başlıca nedeninin hükümete ilişkin yetkileri kullanan meclisin eyaletler meclisi değil temsilciler meclisi olduğu belirtiliyor.

İkinci olarak, Türkiye’de yönetim sistemi yirmi yıldan bu yana, toplumun yönetiminde genel yetkiyi yerel yönetimlere tanımaya; bölge esasına uygun bir yapıya geçmeye zorlanıyor. Bunun ilk adımını 1981 yılında 12 Eylül hükümeti atmıştı. Ülkede sekiz bölge valiliği kurmaya girişmiş, büyükşehir belediye modelini hazırlamış, su-kanal yönetimini Dünya Bankası kredisi doğrultusunda İSKİ adı verilen modele göre düzenlemiş, yerel yönetim sistemini şimdi kurulan modele hazırlamaya başlamıştı. ANAP hükümetleri bu modeli ilerletmiş ve federal esaslara göre çalışacak yerel yönetim sistemi, AKP tarafından 2005 yılında çıkarılan yasalarla kurulmuştur.

Çıkarılan yasalarla devlet sisteminde "genel yetki" merkezi yönetimden alınıp yerel yönetimlere verilmiştir; merkezin "idari vesayet" yetkisi daraltılıp yerel yönetimler "özerklik" esasına göre kurulmuştur; Ağustos 2007 Anayasa Taslağı yerel yönetimlere vergi had ve oranlarında değişiklik yapma yetkisi tanımaktadır... Kısacası, üniter sistem içinde yerel yönetimler, bunları "güçlendirme"yi aşıp yerel birimlere federe konum ve nitelik kazandıran değişikliklere tabi tutulmaktadır.

SONUÇ

Şimdiye dek yaşanan süreç ve sahip olduğumuz bilgiler, Türkiye’de ABD tipi bir sistem kurulmak istendiğini göstermektedir. Bu, federal devlet başkanlığı sistemidir.

1. İçinde yuvarlandığımız küresel sömürgecilik çağında, "devlet başkanlığı" sisteminin öngördüğü kurumlar sistemi Türkiye’nin emperyalizme karşı direncini daha büyük oranda ve hızla kıracaktır.

2. Böyle bir hükümet sistemi, üniter yapıyı, bölgesel ve yerel yönetimlerin doğasını dönüştürerek kırmak amacıyla ilerleyen federalizme geçiş çabalarını kolaylaştırarak destekleyecektir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda parlamenter hükümet sistemi doğru tercihtir; bu sistemde Cumhurbaşkanı yetkileri azaltılmalı; bu makama hak ettiği tartışılmazlık ve saygınlık kazandırılmalı; seçim sistemi "temsilde adalet" ilkesince düzeltilmeli; siyasal parti düzeni oligarşik sıkışmadan kurtarılarak TBMM üyeliği ülke yönetimini üstlenebilecek nitelikte adayların çalışma unvanı haline getirilmelidir.

Bakanlıklar sistemini etkisizleştirmiş olan mevcut dağılmaya son verilerek, devlet tüzelkişiliği ve kamu tüzelkişiliği yeniden kurulmalıdır.

Hem parlamento hem bakanlıklar ve idare, piyasaların çıkarlarına değil ülkenin bağımsızlığını ve yurttaşların toplumsal eşitliğini sağlamak amaçlarına odaklanmalıdır. [BAG, 19 Mart 2013/2 Ekim 2007]


[1] Bu yazı 2 Ekim 2007 tarihinde “21 Ekim 2007 Referandumu Nedir?” başlığıyla kaleme alınarak internet ortamında ve çoğaltma yoluyla dağıtılmış olan metin üzerinde birkaç değişiklik yapılarak hazırlanmıştır. O tarihte çalışmaların sloganı 21 Ekim Karşı-devrim Sandığın(d)a Hayır idi. Sloganla hem bu referandum sandığı reddedilmişti; hem de önlenemeyen referandum için kurulan sandıklarda ‘hayır’ oyu desteklenmişti.

13 Mart 2013 Çarşamba

BU 'YENİ MUTABAKAT' NEYİ ÇÖZÜYOR?

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.

Anayasaya "Türk vatandaşlığı" yazmak, etnik temelli anayasa yapmak değildir. Tam tersine, "TC vatandaşlığı" demek, etnik kimliklere dayanan, etnikçi bir anayasa yapmak demektir. Bu, ülkemizi "milleti bakımından" bölmek demektir. 

AKP – PKK anlaşmasında “silahlara veda”nın şartı Anayasa’nın değiştirilmesi …

'Yeni mutabakat', yeni anayasa demek. AKP anayasada birkaç değişiklik yaparsa, PKK silah bırakmaya gidebilecek. Ama silah bırakmak öyle kolay da değil. Bunun sırları Öcalan’ın kafasındaymış şimdi; gazetede öyle deniyor: [1] Öcalan “bu planın detaylarını bu aşamada değil üçüncü aşama geçildikten sonra açıklayacak”.

'Yeni Mutabakat'taki dört aşama ise şunlar: [Eskisi herhalde Habur Mutabakatı idi.]
(1) Çatışmasızlık,
(2) Sınır dışına çıkmak –ama önce TBMM 4. Yargı Paketi’ni çıkararak af sağlayacak,
(3) Silah bırakma görüşmeleri –ama önce Anayasa değiştirilecek-,
(4) Silah bırakmak –işte bunun olur’u Öcalan’ın kafasında, şimdi bilen yok-.
Yani bu müzakereye göre PKK’nın silah bırakması, Türkiye’nin anayasasının değiştirilmesine bağlı.

Peki Öcalan Anayasa’da ne olsun istiyor?
(1) “Nötr bir vatandaşlık tanımı. … Yeni tanım: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.
(2) Anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması.
(3) Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi. Bu arada Türkiye, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Sözleşmesine koyduğu şerhi kaldıracak.
Bazıları şimdilik “(1) genel af, (2) Öcalan’a ev hapsi, (3) PKK’nın silah bırakması ortada duruyor” dese de öyle değil. Genel af, 4 Yargı paketiyle hazırlanıyor; ev hapsi için uygun zaman kollanıyor; silah bırakma işi son aşamaya ve ‘dur bakalım’a atılmış durumda.

Mutabakatta söylenmeyenler de var. Söylenmediği için ‘tamamdır’ dediği anlaşılıyor. Öcalan, Erdoğan’ın “laiklik” anlayışına ve “başkanlık sistemi” isteğine destek vermiş bulunuyor.

Bu manzaraya bakarak memnun olanlar diyor ki; mutabakatta “bölünme, ayrı devlet, federasyon ve hatta demokratik özerklik bile yok”… Kısacası üniter devlet kurtarıldı!

Müzakereler “üniter devleti kurtardı” mı, tartışmalıdır. AKP’nin ulusal devleti teslim ettiği ise tartışmasız.

“Hele Önce Ulusal Devleti Bir Dağıtalım, Sonra Bakarız!"

Bugünkü Anayasa’da Madde 3, kısa birkaç cümleden oluşur.[2] “Türkiye devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.” Buna göre Türkiye devleti üniter ve ulusal bir devlettir.

Ülkesiyle bölünmez; yani devletin coğrafyasında ayrı devlet – federe devlet – bölgeli devlet, kısaca toprak üzerinde federasyon olmaz. Tüm ÜLKE tek parlamento tek hükümet tek idareye sahiptir; devlet yapısı üniterdir.

Milletiyle bölünmez; yani devletin uyruğu olan insanlar, toplumun kendisi, “etnik kimliklere göre kolektif haklar tesis edilerek” milliyetler devletine dönüştürülemez. MİLLET, tek siyasal kimliğe sahiptir; uyrukları Türk vatandaşıdır; dolayısıyla insanların ulusal-resmi dili tektir; Türkçedir.

Öcalan ile Erdoğan, arkalarındaki petrol düşkünü yerli yabancı çıkar gruplarıyla birlikte, “Türk vatandaşı” yerine “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” diyerek işte bu ikinci kısmı ortadan kaldırmakta anlaşmış bulunuyorlar.

Bu iş gerçekleşsin diye uğraşan belli kesimler, uzun süredir “Anayasa’daki basit bir isim değişikliğinden bir şey olmaz” hafifliğini yaymaya çalışıyorlar. Ne var ki, Başbakan her türlü ulusal değeri “ayaklarının altına alıp" çiğnediğini ilan ettiğinden beri, hafiflik yayma işi etkisini yitirdi.

Aslında, “anadilde eğitim” talebinin önündeki birinci engel, vatandaşlığın “Türk” olarak tanımlanmış olmasıdır. Bunu silip yerine “nötr vatandaşlık” yani “TC vatandaşlığı” getirirseniz, PKK’nın 2. isteği de karşılanmış olacaktır.

Şöyle ki;

“Türk vatandaşlığı” yerine “TC vatandaşlığı” demek, Türkiye devletini “milletiyle bölünmez bir bütün” olmasına son vermek demektir. Bunun en somut uygulama alanı, ulusal-resmi dilin tek değil birden fazla olmasıdır. Resmi dil ikiye çıkar, yalnızca Kürtçe ve Türkçe mi olur? Yoksa başka etnik grup/milliyetler de kendi anadili resmi dil olsun isterlerse –böyle bir durumda elbette onların da haklarıdır- beşe ona mı çıkar?... bu sorular artık gelecekte yaşanacak çarpışmaların konusudur; şimdiden kim bilebilir?

Çok resmi dilli bir devlet ve toplum kurgusunun, bu toplumun bireylerini birlikte yaşatma amacımıza hizmet etmesi pek güçtür. Böyle bir kurgunun yaşama geçirilebilmesiyse, adeta birkaç sihirli değnek icadı gerektirir.

Ulusal Devlet Yoksa Üniter Devlet Olur mu?  

Olmaz... Toplum ile devlet tanımları birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Toplum ulusal değil milliyetler toplumu olarak kurgulanırsa, bu insanların yönetim örgütlenmesini de buna uygun kurmak eşyanın doğası gereğidir. Bu zorunluluk, üniter devletlere özgü bir “yerel yönetimleri güçlendirmek” politikasıyla karşılanamaz. Yönetilemezlik hali, adeta kendiliğinden, toprak üzerinde özerk yönetim sistemini zorlayacaktır.

Yani Öcalan, insan iradesiyle ilk düğümü çözerse bir sonraki düğümün sosyolojik yasalarca halledileceğini bilmektedir.

Başbakan Erdoğan da buna razıdır; çünkü o da toprak üzerinde ancak federal devlet sistemiyle sürdürülebilecek bir başkanlık sistemine vurulmuş durumdadır. O da ‘sosyolojik yasalar’ın göreceği işi memnuniyetle karşılayıp, gerekli önlemleri sevinçle alacaktır.

Demek ki;

Öcalan – Başbakan arasındaki “İmralı Mutabakatı” terör sorununu çözmeye değil, Türkiye’yi çözmeye yöneliktir.

Biz Türkiye’nin çözülmesini değil, terör sorununun çözülmesini istiyoruz. Çözümün tavizleri, Türkiye’nin ulusal ve üniter devlet yapısı olamaz diyoruz.

Sizce de yeterince açık değil mi?




[1] Eyüp Can, İşte Yeni İmralı Mutabakatı, Radikal Gazetesi, 8 Ocak 2013, s. 10-11.

[2] Anayasa’nın üçüncü maddesi tam olarak şöyledir: “Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti. MADDE 3– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.”

3 Mart 2013 Pazar

SAYIN APO'NUN İSTEDİĞİ ........?


Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.


28 Şubat 2013 günlü Milliyet Gazetesi’nde İmralı Zabıtları yayınlandı. Bir bölümünde partim CHP ile ben de varım. İlgili bölüm şöyle:
“Anadolu İslamlaştıktan sonra bin yıllık Hristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar. Aslında Sırrı Sakık’ın Kafkaslardan geldiler sözü doğruldu ama açıklayamadı. Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, “Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz” diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir. Türklerin karşısına ne kadar Kürt çıkarırsak, o kadar Türk koparırız; Kürtlerle Türkler karşı karşıya gelirse, taviz alırız diyorlar. Türk Kürdü ezmeli, Kürt Türkü vurmalı. Birgül Ayman kimdir? MHP, CHP katı laik bir mezheptir. Faşist CHP olduğu gibi duruyor. CHP ve MHP ulusalcılığı, Hitler milliyetçiliğinin aynısıdır. Zaten kuruluş tarihi de aynıdır. Anayasanın önüne de bunlar dikilecekler.”
Kürtçü siyaset ile Başbakanın sahte ümmetçi siyaseti aynı zihinsel kodlarla sarmaş dolaş olmuş görünüyor.

SayınApo, Başbakan Erdoğan’dan sonra bizlerin konumunun tanımlanışına yeni “açılım” getirmiş.

Ulusalcılara SayınApo "açılım"ı... 

Başbakan ve bağlıları, “Türk ulusunu anayasadan ve tarihten silemezsiniz” itirazımıza, “Türk vatandaşlığı varlık zeminimizdir; ortadan kaldıramazsınız” sözümüze, “siz kafatasçısınız – ırkçısınız” diye saldırmışlardı. Bu saldırıdan Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyet’in büyük kurucuları, dünü ve bugünü ile Cumhuriyet Halk Partisi ve şahsım doğrudan açıkça zikredilerek payımızı almıştık.

Şimdi aynı hedeflere SayınApo saldırıyor. Ama bu sefer sayesinde, acayip bir hızla, “Türk ırkçılığı”ndan bin yıllık Hristiyanlığın Kürt ve dahi Türk varlığını sarsan Ermeni, Rum, Yahudi lobilerinin unsuru olmaya savrulduk.

SayınApo, Birgül Ayman kimdir? diyor. Başbakanın gazetelerinden bir köşe yazarı özel harekatçı olabileceğimi yazmıştı. Şimdi herhalde SayınApo’nun bu sorusunun gereği de yerine getiriliyordur. “Bu kimdir” araştırması, herhalde öz-savunma gücü eliyle yapılıyordur. Sonucu merakla bekliyoruz!

Şimdiki İsteği "Demokratik Ulus" ... 

İmralı Savunmaları'ndan öğreniyoruz ki, SayınApo demokratik esinlerini Leslie Lipson adlı yazarın Demokratik Uygarlık kitabından almış. İkinci Dünya Savaşı sonrasında 'sosyalizme karşı demokrasi' ideolojisinin temsilcileri, Türkiye’ye “demokratik birlik çözümü” için kaynak olmuş. Böyle bir temelden çözümler üreten SayınApo’yu ben de daha yakından araştırıyorum. Elbette öz-savunma gücüm eliyle değil; bir öğretim üyesi ve “Büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üstüne” and içmiş İzmir Milletvekili olarak!

Araştırıyorum, çünkü her kökenden binlerce Türk vatandaşını otuz yıldır yakıp, son on yıl içinde “Demokratik Cumhuriyet”, “Demokratik Konfederasyon”, “Ekolojik Toplum”, “Demokratik Özerklik” derken son aşamada “Demokratik Ulus” önerisine ulaşan bu zihin, üzerinde çalışılması gereken bir zihniyetin parçası!

SayınApo’nun istediği Demokratik Ulus'un tanımı, başlangıç olsun diye söyleyelim, “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı kitabında aşağıdaki gibidir:
“Demokratik ulus, sadece zihniyet ve kültür ortaklığıyla yetinmeyen tüm üyelerini demokratik özerk kurumlarda birleştiren ve yöneten ulustur. Belirleyici olan yönü budur. Demokratik, özerk yönetim tarzı demokratik ulus olmanın başta gelen koşuludur. Bu yönüyle ulus-devletin alternatifidir. Devlet yönetimi yerine demokratik yönetim büyük bir özgürlük ve eşitlik imkânıdır. Demokratik ulusun vatandaşı, üyesi farklı olup, bu farkını farklı topluluklardan alır. Kabile ve aşiret varlıkları bile demokratik ulus için birer zenginliktir .... Dil, şüphesiz kültür kadar ulus için önemli olmakla birlikte zorunlu bir şart değildir. Farklı dillerden olmak aynı ulustan olmaya engel teşkil etmez. Her ulusa bir devlet ne kadar gereksizse her ulusa tek bir dil veya şive de gereksizdir. Ulusal dil gerekli olmakla birlikte olmazsa olmaz bir şart değildir.

En basit insan hakları olan Kürt çocuklarına anadil eğitimi ve kültürel geleneklerine göre adlanma ve yaşama olanaklarının sınırlandığı ortamlarda, 'Kürt parlamenterlerden' bahsetmek olası değildir. Diline ve kültürüne sahip çıkmayanın halk temsilcisi olarak adlandırılmasının hiçbir siyasi sözlükte yeri yoktur. ….. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte devlet geneli açısından olduğu kadar, ulusal temsil kurumları açısından da yeni biçim arayışları önem taşımaktadır.”
Kısacası :

SayınApo’nun istediği "demokratik ulus", Anayasa'da Başbakan Erdoğan’ın istediği ile aynıdır: Anayasal vatandaşlık.

Anayasa’dan Türk vatandaşlığı kurumunun silinmesi, yerine “TC vatandaşlığı” ya da “Türkiye vatandaşlığı” getirilmesi. Böylece o da aynı Başbakan Erdoğan gibi, her etnik topluluğu/milliyeti “kendi kültürü çevresinde” yaşar hale getirerek özgürleştireceğini söylüyor. Milliyetlere sıkışıp nasıl özgür olunacaksa!

Bu çözümün ne olduğunu çok somut görmek isteyenler, örneğin bugünkü Makedonya uygulamasına bakabilirler.

2 Mart 2013 Cumartesi

BAŞBAKANIN MİLLETİ .........?

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.

Başbakan Erdoğan, “Türk vatandaşlığı” ve “Türk milleti” kurumlarını Anayasa’dan silmeye karar verdi. Partisi, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na Ağustos 2012’de adsız bir vatandaşlık maddesi yazmış onu teslim etmişti. Ne olduysa, Ekim 2012’de ilk öneri geri çekildi ve AKP önerisi “TC vatandaşlığı” olarak yenilendi.

Ne var ki, hem Başbakan hem de yetkilileri, bunu partilerinden de seçmenlerinden de gizlemeyi tercih ettiler. Kanıt mı? En kolayı 23 Ocak 2013 günlü TBMM Genel Kurul tutanaklarından bir-iki satırı buraya almak:
“BİRGÜL AYMAN GÜLER - AKP'nin, Türk ulusunu tarihten silmeye, Türk vatandaşlığını tarihten silmeye dönük olan girişimlerinde BDP'yle nasıl iş birliği yaptıklarını onun [BDP milletvekili Ayla AKAT’ın] konuşmasında gördük. -MEHMET METİNER - Yok öyle bir şey. Ne alakası var? - BİRGÜL AYMAN GÜLER: Öyle bir şey nasıl yok? Anayasa Uzlaşma Komisyonuna vatandaşlık maddesi için partiniz ne önerdi arkadaşlar? "Türk vatandaşlığı"nı değil, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı"nı öneriyorsunuz. Başbakanınız salı günü "Bizim temelimiz Anasırı İslam'dır." diyor.
“Ulus ile millet aynı şey!” deyip….

Seçmenin iktidar mazbatası verdiği kişiler, TBMM’nde “büyük Türk Milleti önünde namus ve şeref”leri üstüne yemin etmişlerdi. Şimdi, huzurunda yemin ettikleri ulusu yok ediyorlardı. Bu gerçekten de çok ağır bir durum… Başbakan, böyle suçüstü yakalananınca, üç gün sonra 26 Ocak 2013 günü durumu açıklama gayretine değil de, suçüstü yapanları suçlama gayretine düştü:
“Bakın parlamentoda bir milletvekili sanıyorum kariyeri de var. Ulus ile millet kavramını birbirine karıştırıyor. Birisi için millet birisi için ulus diyor. İçeriğinden haberi yok. Birisi öz Türkçe birisi Arapça.”
Başbakan, “bunu bile bilmiyor, ulus-millet aynı şey!” dediyse de, birkaç gün içinde “Ulusa Sesleniş” adını taşıyan resmi TV programının adını değiştirip “Millete Hizmet Yolunda” yaptırdı. İlk ipucu! Hangisi doğru? Bunlar aynı şey mi değil mi? Aynı şey ise, programın adı neden “ulus” silinip “millet” yapıldı?[1] Başbakan Arapça’yı Türkçe’den daha çok seviyor da o yüzden mi bu değişiklik? Yoksa ulus – millet aynı şey değil mi?

Zaman içinde kavramların anlamı değişiyor. Genel olarak bakarsanız bu ikisi aynı şey. Ama Osmanlı’da “millet” denirdi de, “ulus” kavramı bilinmezdi. O zamanlar Osmanlı’nın tümüne millet denmezdi. “Millet”ten, Osmanlı tebaası olan farklı dinsel-etnik topluluklar anlaşılırdı.

Bugünlerde Başbakan’ın “millet”ten anladığı ise bambaşka bir şey. Kendisi “millet”ten ne anladığını bir iki gün sonra açıkladı, biraz aşağıda göreceğiz.

Artık biliniyor sanırım; orada sözünü ettiğim “ulus-millet” değildi; anayasal kuruluşa ait “ulus ve milliyetler”den söz ediyordum. Buna göre ulus siyasal, milliyetler ise kültürel kavramdır. Ulus, "kendi siyasal varlıkları olmayan" milliyetlerin ortak/tek siyasal çatısıdır. Buna üst-alt kimlik diyen çoktur; en başta da başbakanın dilindedir. Ne var ki, böyle demek doğru değildir; çünkü kimlik yaklaşımı neoliberalizmin en zehirli yaklaşımlarından biridir. Başbakanın konuşmasını hazırlayanlar ve kendisi, kibirleri öyle güçlü ki, duyduklarını değil kendi akıllarının sesini esas saydılar. Millet-milliyet farkını dahi ayırt edemeyenler, meseleyi en iyi bildikleri şeylerden birine, şeytana taşıdılar. Başbakan şöyle dedi:
“Kavramın özü de şeytanın ‘beni ateşten yarattın onu çamurdan’ diye kökene vurgu yaparak isyan etmesine dayanıyor. ...ecdadımız hiçbir zaman ötekine ırkıyla kavmiyle hitap etmemiştir… bir ırkın bir kavmin diğerlerine üstünlük sağlaması kabul edilmemiştir… Böyle bir kibir böyle bir böbürlenme insanlık dışıdır ırkçıdır faşizmdir…”
O gün konuşmasının son cümlesi şu oldu: “…ben Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığını çok önemsiyorum. Bunun dışında farklı bazı şeyleri ortaya koymak ayrışmaya neden olur.”

“Türklük, ırkçılık – kafatasçılıktır!” … Bak resimlere!


Başbakan konuyu 30 Ocak 2013 günlü AKP Grup Konuşması’nda yine ele aldı. Ama kendi önerilerini açıklayıp anlatmak yerine saldırıdaydı. Bana yönelik sözlerini CHP için de geçerli saydı:
“…güya profesör, güya bilim insanı. Düne kadar insanları sakallı-sakalsız, başörtülü-başörtüsüz diyerek tasnif ediyor, ayrımcılığa tabi tutuyordu, şimdi de çıktı insanları kafataslarına göre ayrımcılığa tabi tutmaya başladı….. [CHP’ye] Ya siz dün neyseniz bugün de aynısınız, bugün siz bugün neyseniz dün de aynen buydunuz.”
Ve dün – bugün aynılığını kanıtladı: 1941’de "Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler" başlıklı bir gazete haberini, 1932’de "Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam" başlıklı başka bir gazete haberini, TV’lerde artık harcıalem hale gelmiş Mahmut Esat Bozkurt’tan bir cümleyi, gazetelerin kupürlerini sallayarak herkese gösterdi! Oysa gazete manşetlerinde bir acayiplik yoktur. O tarihlerde İtalya’da Berlusconi, Almanya’da Merkel olmadığı için yapılacak bir şey yoktur. Öte yandan, Cumhuriyet’in bu konulara yaklaşımını görmek için Tarih Kongreleri vardır; bir iki yazar yerine öyle kapsayıcı resmi belgeler üzerinde çalışmak daha yerinde olmaz mı?

Başbakan bu konuyu 26 Şubat 2013 günlü AKP Grup konuşmasında, yüzünde tuhaf bir ifade ile bir kitabı açarak sürdürdü. “Tarihten bir vesika” gösterdi. Kitabın 5. Sayfasında bir enstitüdeki laboratuarda bulunan kafatasları! Raflarda yüzlerce kafatası! Kadınlar ve erkekler üzerinde ölçümler yapıyorlar!
“Olur mu öyle şey ya demeyin! … Şimdi soruyorum, bizim millet tarifimiz bu olabilir mi?”
Üstelik de bu resimlerin basıldığı “tarihten bir vesika”da Gazi Mustafa Kemal’in Reisicumhur ve İsmet Paşa’nın başbakan olarak imzası var. Enstitü doktoruna teşekkür var.
“Şimdi soruyorum; bu insani midir, bu vicdani midir? Bunun bizim dinimizde, bizim inanç dünyamızda, bizim ruh dünyamızda yeri var mıdır? Bu kürsüden daha önce de ifade ettim, şeytan kendisinin ateşten, insanın ise topraktan yaratıldığını söylemiş kibirlenmiş ve isyan etmiştir. Kendi ırkının, kendi soyunun diğerlerinden üstün olduğunu iddia eden hiç tartışmasız şeytanın izindedir; işte biz bunu ifade ediyoruz.”
Bu sözleri açıklamaya gerek var mı? Başbakan Cumhuriyet’in kurucularının “şeytanın izinde” olduklarını ilan ediyor; onların “bizim dinimizden, inancımızdan, ruhumuzdan olmadıkları”nı söylüyor. Hem de bu sözleri, onların kurdukları TBMM çatısının altında sarf ediyor.

Yer yerinden oynamadı; salondakiler ürküp alkış tuttular yalnızca.

İşin önemiyse, kameralara tuttuğu kitapta gizliydi. Kitap, 1925 yılında kurulan, önce İstanbul sonra Ankara Üniversiteleri bünyesinde çalışan “Antropoloji Enstitüsü”nün kurumsal ve akademik tarihçesi. 1940 yılında İngilizce ve Fransızca basılmış.

Enstitü, Batılı devletlerin liselerde okul kitaplarına kadar girmiş “Türkler aşağı sarı ırktandır” suçlaması ve aşağılamasıyla baş etmek için kurulmuştu. Aynı yıllarda Fuat Köprülü gibi tarihçiler de “Türkler her türlü medeni teşkilattan mahrum ve göçebe ananelerinden kurtulamamış basit askerlerdir; idari ve siyasi teşkilatlarını bile başkalarından almışlar ve mağlup ettikleri kavimlere mensup fertler sayesinde bu teşkilatı tatbik edebilmişlerdir” türünden savlara karşı tarih çalışmaları yapıyorlardı.[2]

Antropoloji Enstitüsü ABD, Berlin, Fransa, İsviçre antropoloji kurumlarıyla işbirliği yaparak yürüttüğü araştırmalar sonunda, Batılı ırkçı önyargıyı ortadan kaldırmayı başarmıştı. Bu kuruluş ve çalışmalar, Türkiye’de bilimlerin kuruluşu kapsamındaydı ve Batı bilimlerinin içinde uluslararası ilişkileri doğrudan etkileyen sonuçlarıyla antropoloji (insanbilimi) de alması gereken yeri almıştı.

Yusuf Akçura Türk Tarih Tetkik Cemiyeti başkanı olarak 1932 yılında “ırkçı kuramlar sömürgeci ülkeler ve emperyalist güçler tarafından icat edilmiştir” diyordu; dönemin ders kitaplarında “ırk ayrımının içtimai değeri yoktur; farklılıklar ırkların üstünlük ya da geriliğini göstermez” yargıları yer alıyordu.[3]

Biraz emek verilirse, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının “kafatasçı ırkçılık” ile hiçbir yakınlıklarının olmadığını görmek hiç zor değildir. Ama 21. yüzyıl gibi bir zamanda yöneticileriyle seçmenlerini çocuk yerine koyabilen böyle içi boş bir kibirle başa çıkmak ise pek zordur.

“Biz Millet derken…..”

Başbakan, 17 Şubat 2013 günü Mardin’in Midyat İlçesi’nde ruhunun özünü adeta kustu:
“Bizde ayrım yok, bölücülük yok, bölgesel milliyetçilik yok, etnik milliyetçilik yok, dinsel milliyetçilik de yok. Kimse bizim karşımıza Kürtlükle, Türklükle çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız.”
Bu sözler, “Büyük Türk Milleti önünde” üç kez yemin etmiş ve Başbakanlık yetkileri kullanmış biri için açıklanması çok güç sözlerdi. Başbakan genellikle yaptığı gibi kendisini kutsal din duygularımızın örtüsü altına gizlemiş, öyle konuşuyordu. Ama bu kez, Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’nde sarf ettiği “cahiliye döneminin gelenek-görenekleri ayaklarımın altındadır” cümlesinden esinlendiği izlenimi, on yıl boyunca gizlice “yeminini yeme gerçeği” karşısında onu kurtarmaya yetmedi. Çünkü Hz. Muhammed cahiliye dönemini gerçekten kırıp atmıştı; kitlelerle birlikte gerçekleştirdiği şeyi dile getirmişti. Oysa Başbakan yeminini çiğnediğini ve kendisini destekleyenlerin dahi açık onayını almadığı gizli gündemini ilan etti.

Başbakan, 26 Şubat 2013 günü AKP Grup Toplantısı’nda zor durumdaydı: “Şimdi bakın değerli milletvekili arkadaşlarım, aziz milletimin de bu noktaya özellikle dikkatlerini rica ediyorum” diyordu:
“.. gerek benim, gerek yol arkadaşlarımın siyasi tarihimiz boyunca en çok, en sık kullandığımız kavram, altını çizerek söylüyorum, millet kavramıdır. AMA BİZ, millet kavramıyla hiçbir zaman bir etnik grubu, bir bölgeyi, bir kavmi, bir kabileyi kastetmedik…… Tarihimiz boyunca millet kavramına nasıl bakıldıysa, ecdadımız millet kavramıyla neyi kastettiyse, biz de öyle bakıyor, onu o şekilde kastediyorduk.”
Peki ama "o" nedir? Başbakan “bu millet” diyor, “tek millet” diyor, ama bu milletin adını bir türlü söylemiyor. Aynı konuşmada Türk Antropoloji Enstitüsü’nün çalışmalarını bir korku filmi edasıyla araya sokuşturup, “Türk Milleti” demenin kafatasçılık olduğu anlamına gelen bir şeyler söyledi ve sonra sözü şuraya getirdi:
“Türk, Türk kültürüyle elbette ki varlığını sürdürecek, Kürt kendi kültürüyle, Arap, Laz, Çerkez, Boşnak, Gürcü, Pomak, velhasıl hepsi kendi kültürüyle varlığını idame ettirecektir… Hepsi tek bir millet olarak, tek bir çatının altında, tek bir bayrağın altında, bir beraber olacak kardeşçe yaşayacaktır.”
Başbakan, bu “tek millet”in ne olduğunu, bu kez de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bambaşka bir bağlamda söylediği sözlerin zırhına bürünerek dil altından söylüyordu: “anasır-ı İslamiye”, yani İslami inanca bağlı unsurların toplamı…
“...biz milliyetçilik ayaklarımızın altındadır derken, elbette ki böyle kucaklayıcı bir milliyetçiliği [kastetmiyoruz]… kucaklayıcı bir millet anlayışıyla yolumuza devam ediyoruz…. Biz, milliyetçiliği anlatan değil, yaşatan bir partiyiz… milliyetçiliği millete hizmetle özdeşleştiren bir partiyiz……vb. vb...”
Artık şunları biliyoruz:

(1) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a göre Türk, bir “etnik grup, bir kavim, bir kabile”dir. Aynı Çerkez, Kürt, Boşnak asıllılık gibi bir de Türk asıllılık vardır.

(2) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türk Ulusu olamayacağını kabul etmektedir; dolayısıyla Türk Ulusu’nun varlığına son vermek ve ulusal devleti tasfiye etmek amacını gütmektedir.

(3) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ülkemizde İslam inancındaki unsurlardan oluşan bir “tek millet”, terimleri doğru kullanırsak ümmet yapısı yaratmayı amaçlamaktadır.

(4) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, devleti dini esaslara göre örgütlemeyi amaçladığını göstermiş bulunmaktadır.

(5) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, laiklik ilkesinden vazgeçmiştir. Çünkü, toplumsal tabanı ulus değil, dini esasa göre ümmet olarak belirlenmiş bir ülkede devlet, laiklik ilkesine göre kurulamaz ve işleyemez.

Ve hala bilmiyoruz:

(1) Ümmet anlamındaki bu “tek millet”te farklı ‘etnisite, kavim, kabileler’, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın deyişiyle, “hepsi kendi kültürleriyle varlıklarını idame ettirecekler”dir. Nasıl?

(2) Bakanlar Kurulu toplantısında, 22 Şubat 2013 günü Başbakan “Cemevleri ibadethane değil kültürel mekan” buyurdular. Bu ümmet anlamındaki millet içinde Sünni-İslam dışında kalan İslam ve İslam dışında kalan dinlerden gruplar “kendi kültürleriyle varlıklarını idame” ettirecekler mi; Nasıl?

KENDİ BİLDİKLERİMİZE GELİNCE:  

Ümmet, farklı milliyetlerin feodal yapı üzerinde din esasına göre oluşturdukları topluma verilen addır. “Ecdadımız” o zamanlar millet sözünü ümmet için değil, ümmetin içindeki dinsel-etnik milliyet topluluklarını işaret etmek için kullanırdı.

Başbakan, yeni zamanların “millet”ini aldı, içini ‘bir peygamber etrafında toplanmış insanlar’ı anlatan ümmet ile doldurdu. Dolayısıyla onun aklında millet=ümmet özdeşliği var.

Başbakanlar ümmet toplumu yaratmayı hayal edebilirler; ama bunun temelini oluşturan feodalizmi nasıl yeniden inşa edebilirler?

Türk, Başbakanın sandığı gibi bir etnik grup adı değildir. Türkmen, Yörük, Tahtacı, vb…. etnik gruplar, bin yıllık göç ve Anadolu yerleşmesi boyunca kendi dil ve kültürlerini tüm nüfusun kullanımına açmışlar ve bir “Türkiye Türklüğü” doğmuştur. Bu etnik gruplar “kendi kimlikleri”ni geri çekmiş, ülkenin siyaseti - yönetimi – ticareti üzerinde hiçbir “hak iddiası”nda bulunmamışlardır. “Kendi”leri olarak bir kast, elit haline gelmemişlerdir. Bu tarihsel gelişme, Türkiye Türkçesi ile Türklüğünün bir ulusal kimlik çatısı oluşturmasını sağlamış olan maddi zeminin ta kendisidir.

Tarihin maddi ve elbette manevi zorunlulukları, Başbakanlar istedi diye ortadan kalkmaz.

Türk Ulusu çerçevesini ırkçı-kafatasçı bulan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Öcalan, olmayacak duaya amin dediklerini görmelidirler. Yeni baştan başbaşa verip, belki yeni bir “süreç” başlatarak bu girdaptan çıkmanın bir yolunu aramalılar.

Yazıyı bitirirken, başlıktaki nokta-noktayı dolduralım: 
Başbakanın milleti, ümmettir. Bu nedenle millete ulus diyemez. Ve bu nedenle 26 Ocak 2013'te 'aynı şey, aynı.. biri Arapça öbürü Türkçe..' sözünü, TV programının adını değiştirerek geri çekmiştir. Ve yine bu anlayışı nedeniyle 'kapsayıcı milliyetçiyiz' sözü tarih-dışına boşluğa yuvarlanmış bulunmaktadır.




[1] Konu Radikal adlı gazetenin 31 Ocak 2013 sayısında şöyle duyuruldu: “CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler'in TBMM'de yaptığı konuşmada ''Türk ulusu ve Kürt milliyeti eşit değildir'' söyleminin ardından başlayan 'ırkçılık' ve 'ulus' tartışmalarının doruk noktaya çıktığı bir zamanda programın isminin değişmesi dikkat çekti. Başbakan Erdoğan Güler’i ırkçılık yapmakla suçlarken, yaşanan tartışmayı ''Parlamentoda bir milletvekili, ulus ile millet kavramını birbirine karıştırıyor. Ülkemizdeki Türk için kalkıyor millet, diğeri için ulus diyor. İçerikten haberi yok. Birisi öz Türkçe, diğeri Arapça'' diyerek eleştirmişti.”

[2] Fuat Köprülü, Orta Zaman Türk Hukuk Müesseseleri: İslam Amme Hukukundan Ayrı Bir Türk Hukuku Yok mudur? Belleten, Cilt: II, Sayı: 5-6, 1938, s. 383-418.

[3] Burada sözü uzatmak yararsızdır. Zafer Toprak tarafından kaleme alınmış Cumhuriyet ve Antropoloji adlı kitaba göz atmak yeterli olur.

10 Şubat 2013 Pazar

ANAYASAL VATANDAŞLIK ve İŞGAL ve İL(Tİ)HAK (5)



Ulusal vatandaşlıktan vazgeçelim, anayasal vatandaşlık ilkesini benimseyelim diyenler çalışmalarını son hız sürdürüyorlar.[1]

Daha önceki yazılarda anayasal vatandaşlığı AKP ve Nurcu - Gülenci cemaatin dinsel siyaset için fırsat saydığını,[2] Kürtçü siyasetin de bir tür milliyetler devleti yaratmanın en uygun aracı olarak bağrına bastığını[3] yazmıştım. Bu ikisine ek üçüncü bir kesimin de, “madem zamanın ruhu böyle, oluversin!” kabullenmesine girdiğini, bu sözümona liberal görüşlerin temelsiz beş noktada toplandığını kaleme almıştım.[4]

Anayasal vatandaşlık cephesinde dördüncü bir kesim daha vardır. Oyunun yayılmacı ve fetihçi “esas oğlanı”… Kuzey Irak’ı Türkiye’ye katıp petrol ve doğalgaza hükmetme hırsı içinde olan sermaye kesimi. Bunlar, küresel banka/mali sermaye ve küresel gaz/petrol enerji tekellerinin bir grubuyla kurdukları işbirliğine güvenip, tarihe ve 75 milyona meydan okumaktadırlar.

Değerlendirmeyi sona bırakarak, bu kesimlerin bakışını en açık biçimde görebileceğimiz bir araçtan yararlanabiliriz. Bu araç bir TV programıdır.[5]

GERÇEKTEN DE “SANSÜRSÜZ”!

24 adlı televizyon kanalında 5 Şubat 2013 günü Sansürsüz adlı bir program yapıldı. Yiğit BULUT yönetiminde Serdar TURGUT ve Ahmet KEKEÇ’in konuşmacı olduğu bu programda, yeni anayasada vatandaşlık konusu konuşuldu.

Programın başlama sorusu şuydu: “Vatandaşlık kavramı, herkesi içine alacak şekilde nasıl tanımlanmalı?” Daha en baştan tercihler ortaya kondu. Üç konuşmacının ortak görüşü, anayasal vatandaşlığın benimsenmesi ve Anayasa’dan Türk vatandaşlığının çıkarılması idi.

Ama programın asıl ilginç yönü, “anayasal vatandaşlık neden gerekir” sorusuna getirilen yanıtta gizliydi.[6]

Yiğit BULUT, program boyunca konu nereye giderse gitsin kendi görüşünü adım adım söylemeyi sürdürdü. Konuya, yalnızca vatandaşlığın adı bakımından değil devletin adının da değiştirilebileceği gibi “çok cesur yürek”li bir noktadan girdi.

“Çok cesur yüreklilikle tartışmak lazım. 1900’lü yılların başında bu topraklardaki insanlar bir imparatorluğu tasfiye edip bir devlet çıkarma cesaretini gösterdiler. Çünkü tarih bu görevi onlara verdi. Kaçamazlardı. O dönemde bu topraklarda onlar vardı. Şimdi yüz yıl sonra, eğer bu topraklarda daha büyük bir devlet biçme görevini tarih bize verirse biz de bunu yapmak zorundayız. Ve bu daha büyük biçtiğimiz devletin adı Türkiye Cumhuriyeti devleti olmayabilir.”

Programcı bunu 2006’dan beri söylediğini belirtti ve “bu bölgede Büyük Avrasya Konfederasyonu, bu bir örnek isim, başka bir isim de olur, yeni bir devlet biçme görevini tarih bize verirse biz bunu yapmak zorundayız. Niye Azerbaycan ayrı bir devlet olsun?” diye devam etti.

“Bu bölgeye bakınca AB’ye girelim mi girmeyelim mi projesi komik aslında. Şimdi bizim vatandaşlarımızın da nasıl bir yapının vatandaşı olduğunu anlaması gerekiyor artık. Bu büyük coğrafyadaki bir vatandaşlıktan bahsediyoruz. Buna Erbil de dahil. Buna Bakü de dahil. Buna Gürcistan da dahil. Kazakistan da dahil. Türkmenistan da Rusya da dahil. Rusya da bunun farkında. Şimdi bu açıdan baktığımızda ortaya çıkan büyük Türkiye İsrail’i İran’ı çok korkutuyor.”

Programcıya göre anayasal vatandaşlık, Türkiye Cumhuriyeti için değil büyümüş başka bir devlet kurmak için gereklidir. Doğal olarak bu durumda ona göre “Türk vatandaşlığı” bir etnisiteye gönderme yapar ki, bu özellik kurulacak olan ‘büyümüş devlet’in gereklerini karşılayamaz. Ve resmi küçük bir cümleyle tamamlar: Şimdi “etnisite” değil “din” zamanıdır!

“Vatandaşlık kavramını biz yazarken, bu yeni konsepte göre bir vatandaşlık kavramı üretmemiz lazım. Çünkü biz sadece Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Pomak, falan gibi değil, biz bu bölgedeki bütün ulus parçalarının içinden bireylerin yaşayacağı ortak kavram. Ortak bir paydası var bu coğrafyanın. O da İslam.”

Ahmet KEKEÇ, ortak paydayı “tarihçi” olarak onayladı: “O ister istemez tek referans noktası! Tarihten tevarüs ettiğimiz [miras aldığımız] bir referans noktasıdır. Ortak noktamız tüm bu coğrafya için İslam!”

İyi ama neden?

Türkiye’nin vatandaşlığından sınırlarına, devletin adından siyasal rejimine dek bu tepeden tırnağa değişmeyi gerektiren şey nedir?

Konuşmacılar, “bir Kürt devleti kurmayı Türkiye kendisi yapacak; kurup sonra içine alacak” görüşündeler. Serdar TURGUT’un “Kuzey Irak Türkiye’nin içine girer, Suriye ve İran Kürt bölgeleri için de model olabilir. Çok uçuk geliyor ama…” sözüne karşılık Yiğit BULUT kendinden emin “yok, uçuk değil artık. On sene önce konuştuğumuzda uçuk geliyordu ama bugün artık ortaya çıktı. Bugün Başbakan ne dedi? Kıbrıs diye bir devlet yok dedi.” Ve Serdar TURGUT tamamladı ki, Kıbrıs’ın doğusunda dünyanın en önemli doğalgaz kaynakları var. Programcı ekledi: Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’in enerji kaynakları Avrupa’ya gitmeli. Bu zenginlik Türkiye’den gidecek, o halde bu bölge bir “barış alanı” olmalı. Bu yeni “barış alanı” Türkiye tarafından yaratılmalı.

Peki ya bu “barış alanı”nın bedeli nedir?

Programcı, bu görevi bize tarihin verdiğini ve önceki kuşaklar gibi bizim de görevden kaçamayacağımızı söylemekle birlikte, bu ‘uhrevi zorunluluk’ dışında pratik gereklilikleri de ortaya koyuyordu:

“Bu yapı bu şekilde giderse, bundan bir devlet de çıkabilir, ama tam tersi savaş da çıkabilir. Devlet olmadan da Kuzey Irak’ta başka menfaatlerle bulunacak çözümler, bağlılıklar da çıkabilir. TC Devletine eklemlenmiş yeni bölgeler ortaya çıkabilir. Eklemlenmiş Kuzey Irak, bölünmüş Suriye’nin bir parçası, bölünmüş İran’ın belki bir parçası orta vadede baktığımızda. Sonuçta merkez Ankara. Ve bu gidişat inanın herkesi çok korkutuyor.”

Programcı, gerçekçi ve bir o kadar da korkusuz. Taş da düşebilir, ayı da çıkabilir diyor; ve bu olasılıkların pek güçlü olduğunu da besbelli ki görüyor. Ama o olasılıkları umursamıyor; onun başını “herkes”i korkutmak döndürüyor.

ANAYASAL VATANDAŞLIK, ETNİK - TEOKRATİK FAŞİZMİ ÇAĞIRIYOR!

Farklı kesimlerin çevresine toplaştığı görüş artık biliniyor: “Türk vatandaşlığı etnik kimliğe dayalıdır; Türk sözünü silelim.” Bunlar, Türk sıfatını başka etnik grupları dışlayan ırkçı bir temel sayıyorlar. Öyle sayıyorlar, çünkü Türk vatandaşlığı kimliği, kurdukları emperyalist – yayılmacı – mezhepçi savaş planlarına engel oluyor.

Yukarıda özetlenmiş olan görüşler, her şeyi açıkça ortaya koyuyor. Anayasal vatandaşlık diyenler (1) ulusal devlet istemiyorlar, (2) üniter devlet değil federal ya da konfederal devlet istiyorlar, (3) ve bunların doğal parçası olarak da başkanlık sistemi istiyorlar.

Savaş çığlığıyla yükselen bu gerici planın önündeki başlıca engel, “ulusal devlet” yapısıdır. Türk vatandaşlığı kurumu sürdüğü, Türkiye ulusal devlet biçiminde ısrar ettiği sürece, komşu devletlerin de toprak bütünlüğünü ve ulusal yapılanmalarını zorunlu görecek, kendisini savunurken onları da savunmuş olacaktır. Türk Ulusu’na gösterilmesini istediği saygıyı Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Irak, İran, Özbekistan, Suriye ulusları için de özenle talep edecektir.

Oysa hayali kurulan yayılma planı, Azerbaycan - Irak – Suriye – İran ulusal yapılarının parçalanmasını gerektirmektedir. Buradan ayrılacak hidrokarbon yataklı bölgelerin Türkiye’ye “ilhak – iltihak” edilmesi ancak böyle mümkün olabilecektir.

Azerbaycan ve İran’daki Azeri nüfus, her ne kadar mezhep bakımdan farklılık sergilese de, bu ülkenin vatandaşları, bu kez Azeri Ulusu’nu yok sayan bir Türklük söylemiyle bu ittifaka katılmak üzere kışkırtılabilir. Azerbaycan ve İran ulusal birlikleri sarsılıp oradan koparılacak kimi parçalar ittifaka çekilebilir. Gürcistan ise, enerji kanallarının dağıtım üssü olarak, öyle anlaşılıyor ki, böyle bir altyapı karşısında nefessiz kalacağı için kurulacak “büyümüş devlet”in içine mecburen gelecektir. O halde şimdi savaş zamanı!

Böyle bir “coğrafya”, artık elbette Türkiye Cumhuriyeti adıyla varlığını sürdüremez. Bunu da değiştirmek gerekecektir. Ama bu son adımdır. İlk adım ise, bütün bu gerici plan için gereken adımları atmaya olanak sağlamak üzere bir ‘engel’den kurtulmaktan ibarettir. Bu engel, “Türk vatandaşlığı” kurumunun kendisidir. O halde nereden vurulabilirse oradan vurun! Ulusal yapılanmanın temel hukuksal taşını kırın!

Bu plan, Kuzey Irak’ta ihale kapmış bulunan her etnik kökenden 100 TC Şirketi’nin, yabancı ortaklarıyla birlikte kurdukları bir vahşet planıdır. Yalnızca Türkiye’yi değil, aynı zamanda tüm Orta Doğu ve Orta Asya bölgesini kavurucu bir savaşa sürükleme planıdır.

Böyle fetihçi bir saldırganlık, hangi etnik kimliğe özgürlük vaat edebilir?

Böyle bir Çaldıran ruhu, inançlara saygılı bir toplum düşüne nasıl hizmet edebilir?

Böyle ilhak – iltihak savaşçılığı, bireysel hak ve özgürlükleri nasıl güvence altına alabilir?

Özet şudur:

Anayasal vatandaşlık adı verilen formül, emperyalist yayılmacılığın ve fetihçi saldırganlığın giriş kapısıdır. Savaşa karşı barışı yükseltmenin yolu, bu kapıyı kapatmakla, yani anayasal vatandaşlığı reddetmekle ve ulusal vatandaşlıkta ısrar etmekle açılacaktır.

Birgün Gazetesi’nde Attila AŞUT’un dediği gibi, eski dünyanın tüm gerici güçleri, Türkiye’de dolaşan ‘ulusalcılık hayaleti’ni defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler.[7] Hiç kuşkumuz yok, geleceğimiz, emperyalizme ve gericiliğe karşı ulusal birlikler savunularak ve bunların uluslararası dayanışmasıyla kurulacak.



[1] http://baguler.blogspot.com/2013/01/vatandaslik-ulusal-mi-olmali-anayasal-mi.html, 1 Ocak 2013.

[2] http://baguler.blogspot.com/2013/01/anayasal-vatandaslk-ve-nurcu-gulenci.html, 2 Ocak 2013.

[3] http://baguler.blogspot.com/2013/01/anayasal-vatandaslik-ve-kurtcu.html, 6 Ocak 2013.

[4] http://baguler.blogspot.com/2013/01/anayasal-vatandaslk-ve-ne-var-ki-bunda.html, 9 Ocak 2013.

[5] Şahsıma yönelik mahkemelik sözler bir yana, ortaya serilen görüşler için, Program şu adresten izlenebilir. 5 Şubat 2013, http://www.yirmidort.tv/vatandaslik-tanimi-video%2c1931.html

[6] Yukarıda özetlenen bakış açısı, bu TV programı ile ilgili olarak değil, Cumhuriyet Gazetesi’nde Mustafa SÖNMEZ tarafından kaleme alındı. Bu güçlü iki yazıyı okumak, karşımızdaki kafa yapısını ayrıntılı biçimde tanıma gücümüzü yükseltecektir. Mustafa Sönmez, Bir Türk – Kürt Federasyonu Rüyası, Cumhuriyet, 4 Şubat 2013 http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=396690&kn=889&ka=4&kb=5&kc=889 ; Aç Tavuğun Kürt Petrolü Rüyası (1) Cumhuriyet, 6 Şubat 2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=397180&kn=889&ka=4&kb=5&kc=889 ; Aç Tavuğun Kürt Petrolü Rüyası (2), Cumhuriyet, 8 Şubat 2013, http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=397636&kn=889&ka=4&kb=5&kc=889

[7] Attila Aşut, CHP Faşist mi?, Birgün Gazetesi, 5 Şubat 2013.