22 Eylül 2014 Pazartesi

AYYÖŞ ve Bonzai Etkisi



Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (AYYÖŞ), 1988’de yürürlüğe girdi. Türkiye tarafından o yıl imzalandı ve 1992 yılında da TBMM tarafından onaylandı.

İmza tarihi olan 21 Kasım 1988’de hükümette ANAP, Turgut Özal Hükümeti vardı. TBMM’de onay 8 Mayıs 1991’de Yıldırım Akbulut hükümeti döneminde oldu. 3 Ekim 1992’de DYP-SHP hükümeti kararıyla 1 Nisan 1993’ten itibaren yürürlüğe girdi.

Şarta her devletin çekince koyma hakkı vardır. Türkiye de 10 cümleye çekince koymuştu. 3723 sayılı onay yasası, bunları kaldırma yetkisini Bakanlar Kurulu’na vermişti, yetki hala Bakanlar Kurulu’ndadır.

Çekinceler Ne Durumda?

2009 yılından beri İçişleri Bakanlığı’nın Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü ve TEPAV adlı kuruluş, aslında çekincelerin kaldırıldığını söylüyorlar. Toplam 10 cümleden 8’inin 2005 yılından bu yana çıkarılan yerel yönetim yasalarıyla iç mevzuata girdiği görüşündeler. Dolayısıyla Bakanlar Kurulu’nun bu cümlelere ilişkin kararı kaldırmasının bir formaliteden ibaret olduğunu savunuyorlar.

Doğru söylüyorlar.

Yerel yönetimlerle ilgili konuların planlanması ve kararlaştırılmasında (md 4.6) ve kaynak tahsisinde (md 9.6) bunlara danışılması, mahalli idare birliklerini tanımlayan 5355 sayılı yasanın 20. maddesiyle halledilmiş. Uluslararası birliklere üyelik (md 10.2) ve yabancı yerel yönetimlerle işbirliği hakkı (md. 10.3), Belediye Kanunu’nun 18. maddesiyle düzenlenmiş durumda. vb. vb….

Onlara göre çekincenin sürdüğü iki cümle var: İdari denetimin sınırlanmasını isteyen (md 8.3) hüküm ile yerel mali sistemin çeşitli ve esnek olmasını (md 9.4) öngören cümle.

O halde ortada iki önemli soru var:

Birincisi, AKP hükümetleri, neden yasalarla ortadan kaldırılmış çekinceleri silecek bir Bakanlar Kurulu kararı almıyor?

İkincisi, CHP yönetimi neden habire “biz çekinceleri tümüyle kaldıracağız” diye seçim vaadinde bulunuyor?

Şifreli Araç

Öyle görünüyor ki AKP, onun için pek basit olan Bakanlar Kurulu kararını erteleyerek, açılım/çözüm yolunda kendini kendi tabanından koruyor. Seçmenine istesem yaparım, ama bak, yapmıyorum işte! derken, açılım ortağına da gerekenleri zaten yaptık, işin özü Yeni Anayasa’da, o zaman toptan halledeceğiz diyor. AKP yönetimi Şart ve çekincelerden Yeni Anayasa’da yapmak istedikleri için yol yardımı alıyor.

CHP yönetimi ise biz çekinceleri tümüyle kaldıracağız diyerek açığa düşüyor. AKP çoğu çekincenin içini zaten boşaltmış; geriye durumun ilanı kalmış. “Ey AKP, Bakanlar Kurulu elinde, kaldır tüm çekinceleri” diye meydan okumak yetecek iken, hükümet üzerinde kullanılabilecek sıradan baskı aracını başlı başına bir seçim vaadi haline getiriyor. Şart ve çekinceler, CHP yönetimi için açılım/çözüm sürecinde yer almanın şifreli anlatım aracı olmuş görünüyor.

AYYÖŞ’lük…

Meselenin özü iki hükümde gizli.

Mali sistemle (md 9.4) ilgili çekince, ancak anayasayla ortadan kaldırılabilir. Aslında bunun denemesi 2007 anayasa değişikliği atağında yapılmıştı. Şimdiki mali desantralizasyon sistemi, mali federalizm yönünde değiştirilmek istenmişti; olmadı. Yeni anayasa gerek.

İdari denetimle (md 8.3) ilgili çekince de, anayasada idarenin bütünlüğü ilkesi durdukça kalkamaz. Buna karşın, 2005 yasalarında yerel yönetimlerin “idari ve mali özerk” oldukları yazıldı. Yasalarla Şart’ta subsidiarite denen yerellik ilkesine uygun bir tanım getirildi. Oysa Anayasa devlet için merkeziyet ilkesi der. Bu yerel yönetimleri de içine alır; böylece yerindenliğin federalizme açılması önlenmiş olur. Şimdi Anayasa merkeziyet diyor, yasalar ise yerellik. Ne deve ne kuş durumu! Devekuşu için Yeni Anayasa gerek.

Bu Şart, ülkenin üniterliği ve idarenin bütünlüğü ilkesi temelinde etkin – verimli – güçlü – demokratik yerel yönetim sistemi idealinin aracı olabilirdi. Ama AYYÖŞ, şimdilerde etnik kimliklere ve bölgesine statü hedefine kilitlenmiş Yeni Anayasa sıkışmasında, bütünlük-birlik ilkelerini kırmanın araçlarından birine dönüşmüş durumda.

Özetle. AYYÖŞ yerel yönetimlere çare değil. Niyeti bozmuş kimselerin, bilmeyenlere ve daha da kötüsü bilmediğini bilmeyenlere içirdikleri bir siyasal bonzai!


20 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Kez Daha "Ulus" ile "Milliyet"


Eski Yeni Şafak, şimdi Todays Zaman ile Taraf gazetesi yazarları Halk TV ekranından, CNN Türk programcıları ile bu grubun gazete yazarları kendi köşelerinden “Türk-Kürt eşit değildir dedi” saldırmasına hız verdiler. Daha o zaman elbirlik yaptıkları çarpıtmadan ötürü kendilerinden özür beklediğimi söylemiştim; özür bir yana bunca zaman sonra şimdi kampanyalarını genişletmeye giriştiler. Hatta son günlerde bunlara partim adına konuşan kimi yöneticiler de katıldı.

O zaman “karanlık bir kampanya” yürütüldüğünü söylemiştim, şimdi hep birlikte bu kampanyanın CHP’yi de içine çekme gayretinde olduğunu görüyoruz. O halde, niyetleri olmadığı için duyacaklarını sanmamakla birlikte, Türk ulusu adına savunmamızı bir kez daha dile getirmek görevimiz.

***

Etimolojik olarak ulus ile millet, biri öz Türkçe ikincisi Arapça sözcüklerdir. Ama kavram olarak aynı anlama gelmeyebilirler. Örneğin Osmanlı’da millet vardır; dini gruplara “x milleti” adı verilirdi. Ama Osmanlı’da “ulus” yoktur. Bu anlamda millet “dinsel” toplulukları anlatırken, ulus "dilsel" toplumları anlatır. Milliyet ise, 1900 tarihli Kamus-u Türki’ye göre, millet sözcüğünün dinsellikle bağlı ümmet sözcüğüne karışan anlamlarından kurtulabilmek için üretilmiş sözcüklerden biri. Bu yüzden etimolojik doğruluk aramak boş.

Zamanla millet/ulus aynı anlama geldi. Ta ki, AKP Genel Başkanı Erdoğan “millet”i isimsiz bırakıp bu sözcükle kendi tabanına Türk milletinden değil İslami ümmetten söz ettiği gizli mesajını verene kadar. Milliyet ise kendi başına kullanıldığında daha çok Batı dillerinde kullanılan “uyrukluk” karşılığı olarak dar anlamda kaldı. İngilizce öğrenmeye daha yeni başlarken sorulur ya “what is your nationality” diye, “hangi ülkedensin/ulustansın/milliyetin ne” anlamında! Bu sözcük asıl olarak “-cilik” ekini alan milliyetçilik sözüyle geniş bir kullanıma erişti.

Oysa sosyal bilimde “milliyet” özgün tarihsel kategorilerden biri. Elbette Batı bilim dünyasının kör kaldığı kategorilerden biri. Konuşulan sorun Batı biliminde “kimlik sorunu” diye adlandırılır. Doğu bilim dünyasında ise “ulus ya da milliyetler sorunu” kuramı çerçevesinde düşünülür. Türkçesi bir türlü yetmiyor anlaşılan, ulus ile milliyet İngilizcesiyle nation ile nationalities diye bilinir.

Ulus yeni zamanların kavramıdır. Bu, (1) aralarında biyolojik ve dinsel bağları olmayan çeşitli milliyetlerle etnik toplulukların, (2) ortak bir dil çevresinde, (3) iktisadi yaşam birliği temelinde kurdukları, (4) siyasal birliktir.

Milliyetler ise, tarihin eski zamanlarından bugüne gelir. Milliyetler, (1) soy/boy ve din bağlarına dayalıdırlar, (2) kendi dilleri vardır, (3) kendi içinde iktisadi yaşam birliği yoktur; üyeleri ülkenin herhangi bir yerinde ya da ülke dışında yaşayabilir, (4) toplumsal – kültürel yapıdır.

***

Ulus, büyük bir çadırdır. Etnik toplulukların büyük bölümü, ulusun dokusuna dönüşür. Bazı topluluklar ise farklılıklarının altını çizmek ısrarından vazgeçmez. Bizde bunlardan üçünün farklılığı, Lozan’da ‘azınlık statüsü’ olarak çizilmiştir. Lozan azınlıkları da dahil, bizde siyasal birliği oluşturan bu yapı Türk ulusu/milletidir.

Türkmen ve Yörük toplulukları, milliyet olarak varlıklarını ulusa devrederek sonlandırmışlardır. İradi olarak değil. Bin yıllık Anadolu tarihselliğinin sonucu olarak… Ulus hamuru için sağlam bir maya! Belki de bu nedenle Türk ulusu üzerinde “kuruculuk” iddiasında bulunmamış, kamu ya da özel sektörde hiçbir zaman “ayrıcalıklı” olmamışlardır. Gerçekten, bir tek sektör ya da siyasal alan gösterebilir misiniz ki, hukuken de fiilen de, orada olmak Türkmen ya da Yörük olma koşuluna bağlanmış olsun? Türk ulusunun “yapay” ya da “imal edilmiş” değil, tarihsel bir varlık olduğunun açık göstergelerinden biri, iradi değil tarihsel oluşum karakteridir.

***

Türk uluslaşması büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bunun tek kural-dışı durumu, Kürt milliyeti ile ilgili siyasal taleplerdir. Kürtçü siyaset, ulusal yapı içinde “kimliğine statü” ve “bölgesine statü” için çalışmaktadır.

Kimliğe statü, anadilin resmi dil olarak kabulüdür. Yani toplumun federeleşmesi. “Türk ulusu” siyasi varlığının ortadan kaldırılması. Bölgeye statü, özerklik talebidir. Yani toprağın federeleşmesi. Üniter yapının ortadan kaldırılması, “bölgeli devlet ya da federasyon”a dönüştürülmesi.

Ulus içindeki milliyetlerden birini ulus ile eşit kılmak harekatı… Bu, Türkiye’de devlet – toprak – sınır sorunu çıkarmak ve kardeşi kardeşi kırdırtmaktan ibarettir. Bölücülük ve ayrılıkçılık harekatıdır.

Küresel sömürgeciliğin hizmetindeki birlik ve kardeşlik hilekarlığı…

[AYDINLIK, 14 Eylül 2014]

8 Eylül 2014 Pazartesi

-Basın Açıklaması


SİYASETTE TÜZÜĞE KARŞI HİLE
ve BİLİMDE DANIŞIKLI DÖVÜŞ KABUL EDİLEMEZ

BASIN AÇIKLAMASI
8 Eylül 2014

5-6 Eylül 2014 CHP 18. Olağanüstü Kurultay’ında genel başkanlık “cinsiyet kotası”nı kullanarak Tüzüğe karşı hile ve bilim insanları da muvazaa –danışıklı işler- tablosu içine düşmüşlerdir.

Cinsiyet kotasının, siyasette dezavantajlı konumda olan kadınlar için olumlu ayrımcılık yöntemi olduğu herkesçe bilinir. Kotaya ‘kadın’ denmemiş olması, erkek-egemen zihniyetten farkı vurgulamak ve gerçekten eşitlikçi bir anlayışın yükselmesi için taşınan iyi niyeti ilan etmek içindir. Cinsiyet kotası, siyasetin toplumsal bir ideal için öncü olduğuna ilişkin en güçlü işaretlerden biridir. Şimdi karşılaşılan “erkek kotası” uygulaması, büyük bir toplumsal ideal aracının sıradan örgütsel niyetler uğruna kırılıp atıldığını göstermektedir.

Tüzük’e göre toplam 60 üyeli Parti Meclisi, 52 kişilik kısım ile doğrudan genel başkan tarafından önerilen 12 kişilik Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu (BYKP) kısmından oluşur. Kurultay, 12 kişilik BYKP listeden 4 kişiyi eler, 8 kişiyi seçer. Cinsiyet Kotası bu iki kısım için ayrı ayrı uygulanır. Kotanın BYKP için ayrıca gerekli görülmesi, bilim – yönetim – kültür dünyasında kadın varlığının, kendine özgü nedenlerden ötürü başka yerlerden daha az sayıda ve daha fazla baskı altında olmasıdır.

Son yapılan 6 Eylül 2014 Olağanüstü Kurultayı’nda genel başkan, 12 kişilik adaylar önerisinde 9 kadın ile 3 erkek adaydan oluşturmuştur. Böylece, “cinsiyet kotası”nı genel gerçek amaca aykırı kullanarak, kabul edilemez bir yola başvurmuştur. Listelere baktığımızda, böyle bir kurgu yapılabileceğine ihtimal vermemiz mümkün olmadığı için olsa gerek, bir kurgu, seçim sonuçlarıyla birlikte ortaya dökülmüştür.

Genel Başkan tarafından doğrudan önerilen Sn. Mehmet BEKAROĞLU ile Sn. Sencer AYATA delege tarafından elenmişlerdir. Toplam 1119 delegenin kullandığı oylarda Sayın Ayata 9. sırada ve Sn. Bekaroğlu sonuncu olarak 12. sırada kalmış ve onay bulamamışlardır.

İki dönem BYKP listesinden seçilerek PM üyeliği yapmış bir bilim insanı olarak, Prof. Dr. Sencer AYATA ile Prof. Dr. Mehmet BEKAROĞLU’nu, siyasette yapılan bu yanlışı bilim insanları olarak düzeltmeye, örgütün iradesine saygıya ve PM üyeliğini kazanamadıklarını kabule davet ediyorum. Aksi halde kendileri, bilimin asla kabul edemeyeceği bir muvazaa –danışıklı dövüş- ilişkisi içinde oldukları suçlamasını kabul etmiş olacaklardır.

Cinsiyet kotasının Tüzük’e girmesinde siyasal sorumlu kişi ve Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu’nda iki dönem Parti Meclisi üyeliği yapmış bir bilim insanı olarak, genel başkanlık makamının Tüzük’e karşı hile yoluna başvurabilmesi, daha önce yaptığımız istifa davetinin yeni bir gerekçesi olmuştur.

Kamuoyuna saygıyla sunarım.

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, 
CHP İzmir Milletvekili

2010-2014 PM BYKP Üyesi
2012 Tüzük değişikliğinde Kadın Örgütlenmesinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı.


2 Eylül 2014 Salı

AltıOku SosyalDemokrasiye Kırdırma Siyaseti


Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Mv. PM Üyesi

Neoliberaller sosyal demokrasinin çatlaklarından sızmış;
Altı Ok'u SD'ye kırdırmak gayretinde.
Zamanın olayı budur.


Cumhuriyet Halk Partisi’nin doğuşu ve yükselişi, sosyal demokratlıkla bağlı değildir. CHP’nin doğuşu, ulusal kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığı inşa etmek göreviyle bağlıdır.

Kurtuluş ve kuruluşun partisi olarak CHP’ye farklı sıfat eklemeleri 1965’te “ortanın solu”, 1974’te “demokratik sol” ve 1976’da “sosyal demokrat” biçiminde oldu. 1980’li yıllarda CHP’nin yasaklanması nedeniyle kurulan Halkçı Parti, Sosyal Demokrat Parti, Sosyaldemokrat Halkçı Parti ve Demokratik Sol Parti gibi yapılanmalar 1970’li yıllardaki sıfatların kurumsal hale gelmesiyle ortaya çıktı. 

Yeni sıfatlarla birlikte, CHP’ye “özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü, halkın kendini yönetmesi” gibi, sosyal demokrasiye ait olduğu ve ‘evrensel’ olduğu savunulan altı ilke daha eklendi.

Şimdi, eklenenler ile "doğuştan gelen"ler karşı karşıya getirilmek isteniyor.
2014 yılında, CHP’nin doğuş kaynağının gerçeklerine mi, yoksa küreselci – evrenselci değerlere göre mi tanımlanması gerektiği üzerine yine kapsamlı bir mücadele yürüyor. Ama şimdi bazı şeyler farklı.

Mücadelenin özü “saklı"
Partinin danışma kurullarında, yetkili kurullarda, kongre-kurultaylarda, parti basın – yayın organlarında yürüyen sistemli bir “ideolojik – fikirsel tartışma” yok. Kurullar mümkün olduğunca toplanmıyor. Mecburen toplandığında ise görüşmeler elgördülük, baştan savma yapılıyor.

Daha da önemlisi, parti yetkili kurullarının göstermelik halleri durumunda, en büyük soru ortaya çıkıyor: Alınan ve "uygulansın" denilen kararları kim alıyor? Ve elbette, bunlar parti kararı olmadığına göre, parti disiplini nasıl talep edilebiliyor?

Çalışma ortamı böyle olunca, Parti’nin karar öncesi tartışmaları ve karar sonrası değerlendirmeleri yapacağı gazete, dergi, bülten çıkarmasına da gerek kalmıyor. Nitekim bu dev kurumun böyle araçları yok.  

“Saklı mücadele” elbette açığa çıkıyor.

Kamuoyu bunu “her kafadan ayrı ses” diye görüyor; CHP yönetimi de bundan yararlanıp “disiplinsizlik, konuşanı yakacağım!” diyerek kendi ideolojik-siyasal konumunu zor yoluyla güçlendirmeye yöneliyor.

Oysa parti-içi demokrasi yok. Genel Başkanlığın “ben dedim, olacak” ve “ben yaptım, oldu” kararları var. Tüm kamuoyu bunu, seçmene “ben adayı belirledim, sen de tıpış tıpış oy vereceksin” tavrında ve sonra da "senin yüzünden kaybettik" suçlamasında kendisi yaşayıp gördü.

Süper yöntem! Hem dövüyorsun hem 'vurmasana'! diye çığlığı basıyorsun.

Ama “ben yaptım oldu"culuk, yalnızca davranış hatası değil.

Bu yolla, CHP’nin dönüştürülmesi adı verilen güdümlü bir siyaset yürüyor. Başka boyutları da var ama, bu siyasetin ağırlıklı bir boyutu “partiyi sosyal demokratlaştırmak, evrensel değerlere bağlamak” olarak ilan edilmiş durumda.
AYDINLIK, 4 Eylül 2014

Bu hedef, Altı Ok ve Kemalizm/Atatürkçülük olarak bilinen omurganın, bu yönde yeniden yorumlanacağı da ilan edildi. 

Oysa bizler için Altı Ok’un “halkçılık” oku, sosyal demokrasiyi kabullenmemizin gerekçesi idi. Omurgamıza uygundu. Bunu benimseyerek Batı’daki ve dünyadaki benzer partilerle enternasyonalist bağlarımızı geliştiriyorduk. 

Şimdi durum böyle değil.
Sosyal demokrasinin evrensel değerleri adına, Altı Ok değiştirilmek isteniyor. Bu değişiklik, Altı Ok’u kırıp atmak anlamına geliyor.

Durum 4 gösterge çerçevesinde şöyle açıklanabilir.  

(1) SOSYAL DEMOKRASİ EVRENSEL DEĞİLDİR

Sosyal demokrasi Marksizm’den koparak doğdu; bir sapma. “Sapma”ların evrensel değer türetmesi güçtür... Hadi bunu bir yana koyarak, "belki de olur" deyip uygulamaya bakalım.

Sosyal demokrasi Batı Avrupalı. Dünyanın şu ya da bu köşesinde belirmiş değil; Avrupa’nın da tüm ülkelerine değil, birkaçına özgü.

Ulusal kurtuluş savaşları, bundan daha fazla sayıda ülkede ve Avrupa hariç tüm kıtalarda ortaya çıktı. Onlarca farklı örnek yaşandı; bağımsızlık - egemenlik - sömürge olmama - topyekun kalkınma - eşitlik/özgürlük - bunun temel ilke ve değerleri oldu.

Durum bu iken, neden sosyal demokrasi ve değerleri "evrensel" oldu da, kurtuluş savaşları ve değerleri "tarihsel-tekil" sayıldı?

Sosyal demokrat görüş sahipleri, geçtiğimiz yüzyıl boyunca ülkelerinde pek çok kez iktidar oldular. Ama bu ülkelerde geleceği de biçimlendiren devrim gibi “sosyal reformlar” yapamadılar. Yarına kalan dönüştürücü işler olmadı.

Uygulamaları, dünya genelinde bir “sistem” haline gelemedi.

Bu görüş, dünya genelinde bir dayanışma ağı kurmaya pek geç bir zamanda, ancak 1946’da girişti ve iş görmeye 1951’de başladı. Merkezi İngiltere idi. Sosyalist Enternasyonel adlı bu kuruluş, dünyaya yayılmaya çalıştı. Ama başkanları hep Batı Avrupalı kaldı. Başkanları 1951 yılından bu yana İngiltere’den, Danimarka’dan, Almanya’dan, Avusturya, Fransa'dan ve 1999’dan sonra Portekiz ve Yunanistan’dandır. Yani Sosyalist Enternasyonal, aynı sosyal demokrat dünya görüşü gibi Batı/Kuzey Avrupalı kaldı.

Günümüzde 75 civarında ülkeden 120 civarında partinin çeşitli statülerde üyeliği var. Ama politikaları hep Batılı ülkelerin çıkarlarına endeksli kalmış, azgelişmiş dünyanın gerçeklerini, bu dünyanın kendi ülkelerinin hükümetleri tarafından talan edilmesini es geçmiştir.

Bu "enternasyonel" deneyime dayandırılabilecek herhangi bir model, sistem olmadığı gibi, özgürlük - eşitlik 'evrensel değer'lerin kovalanıp yakalanabildiği herhangi bir politika örneği de yoktur.

Ve hatırlanmalı. Üyesi CHP’dir; ama bu kuruluşun yetkilileri AKP’yi kendilerine daha yakın gördüklerini gizlemeye gerek görmemişlerdir. Ve BDP gözlemci üye olarak bu yapıya kabul edilmiş durumdadır.

(2) SOSYAL DEMOKRASİ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞLARINI HİÇ SEVMEDİ

Bu sosyal demokrasi, 20. yüzyılı kasıp kavuran ulusal kurtuluş savaşlarını sevmedi. Oysa bizim tarihimiz onunla başladı.

Almanya’da 1919-1925 yıllarında iktidarda sosyal demokratlar vardı. Frederich Ebert baştaydı. Ulusal kurtuluş savaşına sempatisi de desteği yoktu. Düyunu Umumiye cenderesinde, cendereyi sıkıştıran taraftaydı. 

İkinci dünya savaşı sonrasında dünya ulusal kurtuluş savaşlarıyla sarsıldı. Batı kaynaklı sosyal demokrasi, bu savaşçıların yanında yer almaktan ısrarla kaçındı.

En sonunda, İngiltere’de 10 yıl hüküm süren Tony Blair sosyal demokrasisi, 1997 -2007 arasında Irak'ın işgaline öncülük etti; ABD’nin sağ iktidarlarıyla birlikte “uluslararası toplum” adıyla elinde sopa dünyayı kasıp kavurdu. Hem de buna 3. yol adını vererek!

(3) DEĞERLERİ ARASINDA CUMHURİYETÇİLİK YOK

Evrensel olduğu söylenen sosyal demokrasinin iki temel örneği İngiltere ile Almanya. Yavru örnekleri de İsveç ve Avusturya. Eldeki dört örnek de, “evrensel değer” üretecek ölçüde benzerlik - bütünlük sergilemiyor. 

Örneğin Almanya – Avusturya Cumhuriyet’e sahip, ama İngiltere – İsveç Krallık

Oysa bizim Altı Ok omurgamızın birinci omuru Cumhuriyetçilik…

Yaklaşık 40 yıl iktidarda olmalarına karşın, İsveç sosyal demokratları Krallık üzerine hiçbir şey dememiş, hiçbir şey yapmamış. Kabullenmiş. İngiltere’de de öyle. 

Bizde saltanat ve padişahlığın durumu ve Cumhuriyet mücadelemizin önemi malum. Sosyal demokrasinin evrensel değerleri içinde bir ailenin / sülalenin / hanedanın iktidarına karşıtlık yok.

Bir ülkede aile – sülale – hanedan iktidarına “evet” demek, ilericilik olabilir mi?

Bu yapı varsa, ülkede mülkiyetin, sermayenin, emeğin, ayrıcalıkların olmadığı özgür bir dünyaya kavuşmuş olduğu düşünülebilir mi? 21. yüzyılda bunu mesele etmemek, “evrensel değerler” üretmeye olanak verir mi?

(4) DEĞERLERİ ARASINDA LAİKLİK YOK

Sosyal demokrasi bizi “din ve vicdan özgürlüğü” adı altında din – devlet işlerinin ayrılmasına davet eden, ama Kilise örgütlenmesinin iktidarına, zenginliğine, misyonerliğine, inanç sömürücülüğüne körleşmeyi tercih eden bir resim veriyor. 

İngiltere ve Almanya köklü sayılan bu görüş, Fransız laikliğini “katı” bulur. Otoriter laiklik diye niteler. İngiliz-Amerikan modeli laikliği demokratik sayar. Yani “sekülerizm”i.

Nitekim, son sosyal demokrat Tony Blair, Ortadoğuyu kana buladıktan sonra Katolik Kilisesi’nde papaz oldu.

Demek ki, sosyal demokrasinin “evrensel değer”leri arasında Altı Ok laikliğinden farklı bir şey vardır. Farklı uygulamalara dem vurduğuna göre, aynı Cumhuriyetçilik gibi Laiklik de onun evrensel değerleri arasında yer almaz. Bunu da, ülkelerin tarihselliklerine bağlayıp geçer.
Günümüzde Batı-sosyal demokrasisi bizi hilafet kurumunun da bulunabileceği bir “dünyeviliğe” davet ediyor.

Gerçekten de, “ben sosyal demokratım, o yüzden Cumhuriyetçiyim” diyen duydunuz mu?

Gerçekten de “ben sosyal demokratım, o yüzden laikliği vazgeçilmez görürüm” diyen duydunuz mu?

SONUÇ: Büyük İşgal ve Büyük Gasp

Yalnızca kurumlarda değil, asıl önemlisi düşünce sistemlerimizde büyük işgal - büyük gasp zamanlarının ortasında kaynaşıp duruyoruz. 

Sosyal demokrasiye ait olduğu iddia edilen “özgürlük”, “eşitlik”, “emeğin üstünlüğü” ilkeleri somut içeriklere kavuşturulmamıştır. Daha önemlisi bu ilkelerin içerikleri, dönemden döneme başka türlü tanımlanmıştır.

Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının 'evrensel değer'leri, sosyal demokrasi tarafından kovulmuştur.

Günümüzde sosyal demokrasinin sözkonusu "değerler"i, tanımlanışları bakımından küreselcilik ve neo-liberalizm tarafından gasp edilmiş durumdadır.

İçi öyle doldurulmuş ki, bu ilkeler Altı Ok ve Kemalizm ile kavgaya tutuşturulmuştur.

O halde bugün yapılması gereken şey, Altı Ok’u yeniden yorumlamak değildir.

Asıl yapılması gereken, sosyal demokrasinin “evrensel değer”lerinin evrenselliğini sorgulamak ve bu ilkeleri yeniden değerlendirmeye almaktır.

[BAG, 2 Eylül 2014]











1 Eylül 2014 Pazartesi

ULUSALCILIK ve DÜŞMAN(LAR)I


Düşmanlık ilanı 2005 yılında “ulusalcı dalgayı aşarız” diye Pensilvanya’dan gelmişti.

Ulusalcılık, 2007 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekat Dairesi tarafından “aşırı sağ faaliyetler” kapsamında izlemeye alındı. Bakan Beşir Atalay idi. Tezgahlanmış davalar bütün hızıyla sürdü. O zamanki emniyet şimdi tasfiyede. Ama… 

2012 yılında Ahmet Davutoğlu “ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” derken, 2013 başında Başbakan Erdoğan “ulusalcılar önümüzü kesemeyecek” dedi. Aynı tarihlerde Abdullah Öcalan, “süreci ulusalcı kesimler engeller, süreci bozan düşmanımdır, onlara karşı toplumu hazırlamak için meclisi önemsiyorum” dedi. (Önemseyiş, 6551 sayıyla yasa oldu!)

2014’te Amerikancı ve Avrupacı liberaller, ulusalcılığın solla bir arada olamayacağı fetvası verdiler. Yerleştirilmiş dönüştürücüler, CHP’nin bu görüşle ilişkisini kesmesi için hareketlendiler. Yakamızdan düşün!

Hem hür hem de özgür yazılı – görsel basında bu tür buyruklar pek çok yazıldı. Soldan sağdan temizlikçi liberaller, bir küresel (yani yabancı) televizyonun Türkiye şubesi olan ekrandan ulusalcı düşmana karşı kah dudak büktüler, kah kaş çattılar, içlerinde söz bulamayıp yüzünü buruşturanlar oldu.

***

Cemaat-egemen Emniyet, 2007’de ulusalcılığın neye yaslandığını şöyle belirlemişti: “Ulusalcı kesimler, devlet egemenliğinin zedelendiği ve ülkenin bağımsızlığını yitirdiği varsayımını temel almaktadır.” Bir ulusalcı olarak iyi belirleme yapılmış diyebilirim. Ama bunu neden “aşırı sağ” kataloğuna almışlar, bunu anlayabilmiş değilim.

Elbette ulusalcılığı tanımlama işini Emniyet’e bırakmak yakışık almaz. Kendimizi kendimiz tanımlamalıyız.

***

Ulusalcılık, köken olarak “milliyetçilik” ya da “ulusçuluk” ilkesine dayanır.

Tarihsel kökü Avrupa’da 1648 Westfalya Anlaşması ile 1789 Fransız Devrimi, sömürge dünyada da ulusal kurtuluş savaşlarıyla doğmuş ulus-devlet yapılanmasıdır. Ulusalcılık bu temeli memnuniyetle kabul eder.

Yeni terimle güncel anlam ise 1990’lı yıllarda doğmuştur. Ulusalcılık, 1980’li yılların sonlarında ortaya çıkmış olan küreselciliğe verilmiş yanıttır.

Çok yakın bir zaman önce şöyle denmemiş miydi? Dünya küreselleşti, artık küçük bir köye dönüştü, şimdi küreselci anlayışı benimsemek zorundasınız, kaçınılmaz, küreselciliğin alternatifi yok. Ulusalcılık işte bu dayatmalar silsilesini emperyalist “uydurmalar” diye görüp reddeden düşünce-eylem sistemi olarak doğdu.

Ulusalcılık, ulaşım ve iletişimde bilim – teknoloji sayesinde azalan mesafeleri gösterip küreselcilik ideolojisini yutturmaya kalkışanların ipliğini pazara çıkardı. Ama bir şey daha yaptı.

Bu yeni talanın, tek tek ülkelerdeki direnişlerle değil de küresel direniş ile durdurulabileceğini ileri süren işbirlikçiliğe meydan okudu. Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların toplantılarını bugün Seattle yarın Katar’daki salonların önünde protesto seyahatlerinden ibaret sözümona “küresel direniş”leri hatırlarsınız! Sahi, şimdi neredeler?

Ulusalcılık, tarih bilincine ve emperyalizm kuramıyla ulusal-sınıfsal kurtuluş savaşları deneyimine sahip olanların elinde, aynı anda eyleme dökülen düşünce olarak yükseldi. Bu düşünce, 2006-2007 Cumhuriyet Mitingleri’nde olduğu gibi eylemci gövdesiyle yükseldi. Latin Amerika’yla Venezuela’da Chavez’le selamlaştı. Gerçek direnişin ‘küresel gezginlik’te değil, ancak ve ancak, üretimin ve yaşamın kaynaştığı ‘ulusal mekan’larda olabileceğini gösterdi.

Küreselleşme adı verilen şeyin, yüz yıllık emperyalizmin yeni bir biçiminden ibaret olduğu kuramı, hem küreselciliği hem de bunun sözde küresel direnişçi işbirlikçilerini etkisiz kıldı. Ulusalcılığın bir numaralı düşman olarak ilan edilmesi, bu nedenlerledir.

***
 
Küreselcilik tüm dünyayı tek-biçimli kültüre hapsederken, ulusalcılığı tek-biçimlilikle suçluyor. Evrensellik şarkıları söylerken, etnik – mezhepsel yerellikleri övüyor. Postmodern saçmalıklarla çok-hukukluluk dayatmacılığı yapıyor. İslamiyet adına tolerans – diyalog diyen dincilerle enerji kaynakları düşkünü İŞID gibilerini; sol adına kozmopolitizmi enternasyonalizm sananları; gönüllü işbirlikçileri olan liberalliği; şimdilerde de “Avrupa tipi sosyal demokrat merkez parti” düşkünlerini yanına almış, bunlara hep bir ağızdan “ulusalcılığa tasfiye” çığlıkları attırıyor.

***

Kısacası, elimizdeki ayıraç güçlü. Ulusalcılığın düşmanlarına sorun, siz “küreselcilik” için ne diyorsunuz?

Ve biz, 30 Ağustos 1922 zaferine şükranlarımızla, “vatan ve namus davası"na devam edelim.