31 Ocak 2016 Pazar

YENİ ANAYASANIN KIVRIMLI YOLLARI



7 Haziran 2015 günü genel seçim yapıldı. Sandık, tek başına hükümet çıkarmadı. 13 Temmuz 2015 günü AKP-CHP arasında koalisyon görüşmeleri başladı. Bir taraf bu işe ‘istikşafi görüşme’ adını takarken, öbür taraf buna hiç takılmadı. Karşısındakine neden böyle dediğini bile sormadı, yapılan işe ‘koalisyon görüşmesi’ demeyi sürdürdü.
Elbette karşı tarafın görüşmelere “istikşafi” adını takmaktaki amacının ne olabileceğini soranlar oldu. Sözlüklere bakıldı; bunun yalnızca yoklama anlamına geldiği anlaşıldı. Ne var ki, çevresine olumlu, yapıcı, sonuca odaklı düşünme erdemi pompalayanlar, soruşturanları anında payladılar. Hatta ‘insan biraz kendine güvenmeli canım!’ da dediler.
Bir ay bitti. Ülkenin orta yerine 32. gün boşluğu doğdu. 15 Ağustos 2015 günü anlaşma olmadığı ortaya çıktı. CHP genel başkanı söylediği sözle herkesi şaşırttı: “Koalisyon müzakeresi olmadı” dedi. “Bize seçim hükümeti kurmayı önerdiler”. AKP genel başkanı da “seçim sıhhat için aşı gibidir, korkmamak lazım” dedi. “Bugün itibariyle CHP ile olanlar tükendi. Şimdi diğerleriyle devam edeceğiz. Tükete tükete gideceğiz.”
Nitekim gittiler, sonuç malum. AKP tek başına, hükümet olma dayanaklarını yitirmiş olduğu halde, MHP’ye bir ve HDP’ye iki bakanlık vuruşla 1 Kasım 2015 günü seçim yaptı.
*
AKP şimdi Yeni Anayasa yapmak için çalışıyor.
Cumhurbaşkanı Yeni Anayasa’yı başkanlıkla mantoladı. Mantonun altında Türk Vatandaşlığı ve Türk Milleti elbisesi yok. Pantolon da federemsi bölgelerden biçilmiş. HDP ulusal devleti ortadan kaldıracak Türksüz, çok-etnisiteli ve ülke toprakları üzerinde özerkçi, çok-ortaklı bir devlet peşinde, Oslo müzakerelerinde kurulan Yeni Anayasa masasına çoktan yerleşti.
CHP ve MHP ise masaya yerleşme derdindeler. Gelgelelim neden olduğunu kimse bilmiyor. Bunların ”Türkiye’ye yeni bir anayasa gerek” sözünü neden benimsediklerini bile kimse bilmiyor. Nasıl ‘istikşafi’nin ne demek olduğunu anlamamış ya da anlamazdan gelmişlerse, “anayasa değişikliği” ile “yeni anayasa” sözlerinin de aynı anlama gelmediğini fark etmemiş görünüyorlar. Belki de fark ettiler de, fark etmezden geliyorlar.
Tükene tükene gidiyorlar.
*
TBMM’de 2011’de oturulan masa, Anayasa Uzlaşma Komisyonu, anayasada değişiklikler üzerinde görüşmeler yaparak uzlaşma arama masasıydı. Oysa şimdi AKP, tuhaf ortağı HDP ile birlikte, Yeni Anayasa adıyla, ihvancı – etnikçi bir yıkım anayasası yapma düzlemine geçti. Şimdi TBMM’de 2016’da kurulan masa, başka yerlerde kotarıldığı besbelli olan Yeni Anayasa işini meşrulaştırmaktan başka işlevi olmayan kırık bir masa.
CHP ve MHP, büyücek kısmı Atlantik düşünce kuruluşlarında, bir kısmı Kandil’de, bir kısmı da Cumhurbaşkanı sarayında kotarılan Yeni Anayasa’yı, TBMM’deki sözde komisyonda oturarak perdeliyorlar. Aynı çok bilmiş ‘biz masadan kaçmayızcılar yine konuşuyor. Aynı kendimize güvenimiz yok mucular, kendine güvenmeyi Yeni Anayasacılarla işbirliği yapmak diye satmaya devam ediyorlar. Kendine güvenmenin her zaman oyuna katılmak değil, kritik zamanlarda oyunu bozmak olduğunu gözlerden kaçırmaya uğraşıyorlar.
*
CHP ve MHP’ye son kez bir çağrıda bulunmalıyız.
Yeni Anayasa denen kürek, ülkemizi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesiyle açtığı ve AB lordlarının çevrelediği ‘Yeni Ortadoğu’ çukuruna sürüklüyor. Bunun sapına yapışmayı bırakmak gerek.

Yeni Anayasa yapmak isteyenlerin bu işteki en büyük eksikleri, meşruiyettir. Onlara bu can suyunu verenler, sizlersiniz. Bugün mesele anayasa değişikliği yapmaktan çıkmış, uzlaşma masaları kullanma masaları haline gelmiştir. Her türlü başka konu bir yana, en başta, egemenlik hakkının kime ait olduğu konusunda ayrı yollara girmiş olanlar, birlikte anayasa yapamazlar. Tükenirsiniz. Türkiye’yi de tüketirsiniz.

BAG, Aydınlık, 31 Ocak 2016 

29 Ocak 2016 Cuma

ANAYASA DAYATMASINI HAFİFE ALMAK



O bir milliyetçi. Yeni anayasa saldırısını görüyor. Ama kıpırdanmaya niyeti de mecali de yok. Bu halini savunmaktan da geri kalmıyor.

“Türk Milleti’ni anayasadan çıkarsa ne olacak, tarihten silemez ya!” diyor. Doğru, kendileri ortada yok ama tarihte varlar, örneğin hepimiz Hititlerden haberdarız!

“Öyle değil” diyor, “17 devlet kurup 16’sını yıkmışız, bu da yıkılır, biz yine yenisini kurarız!” Ne irade değil mi? Ne büyük bir kendine güven ve ne büyük bir savaşçı! Ama bu irade ile güven şimdi harekete geçecek türden değil, o şimdi kerameti kendinden menkul ağırlığı altında ezik.

*

Biri daha var. O bir laiklik yanlısı.

“Şimdiki anayasada Türk vatandaşlığı, Türk Milleti var da ne oldu? Bak, hükümsüz! Çıkarsalar ne olacak?” diyor. “Anayasa dediğin bir kağıt parçası!”

İktidar partisi, anamuhalefet partisi ve daha iki parti, ülkeyi Yeni Anayasa rüzgarında kasıp kavururken, o bunu umursamıyor. Bırakınız yapsınlar diyor, bırakınız geçirsinler! Peki ama, anayasa o kadar önemsizse bu koca partilerin, elinde silah PKK’nın, AB’nin ve ABD’nin yeni anayasadaki ısrarları neden? Soruyorum ama, hiç bunlarla uğraşacak gibi görünmüyor... Adam Yeni Anayasacı değil, bunun peşinde koşmuyor. Ama doğrusu mevcut konumu eşsiz. Nitekim Yeni Anayasacılar tarafından bol bol ödüllendiriliyor.

*

Biri daha… Dediğine göre bir cumhuriyetçi.

“Hayır demekle olmaz; önerilerinizi söyleyin, halka anlatın, istemezükçü olmayalım!” Yani diyor ki, “siz de katılın”. Karşıdevrimin anayasasının asıl derdi gayrı-meşruluk iken, bizden Yeni Anayasa yapmaya katılmamızı istiyor. Karşıdevrimi meşrulaştırmamızı istiyor. Zaferine ortak olsak da zararı yok, yeter ki efendilik bizde kalsın! Demek ki turuncu projeciler Türkiye’de iyi iş görmüş; siyasal mücadelede reddiye - direniş yollarını tıkamak için bolca gönüllü yetiştirmiş.

*

Ama ne güzel ki, Türkiye’nin dört bir yanında şevkle örgütlenen bir Anayasa Direnişi var. Anayasa direnişinin, sürüp giden bireysel özgürlük ve eşitlik ile ulusal egemenlik ve bağımsızlık mücadelesinin güncel kavga alanı olduğunu ilan ediyorlar. Diyorlar ki:

* Yeni Anayasa ile tehdit edilen Türk Vatandaşlığı, bireysel özgürlük ve eşitliğimizin güvencesidir; bunu kimse anayasadan silemez. Türk Milleti, ulusal egemenlik ve bağımsızlığın sahibidir; bunu hiçbir güç anayasadan çıkaramaz.

* İhvancı kuvvetler ile radikal ve özgürlükçü turuncu demokrat ittifakı, ancak karşıdevrim anayasası yapar. Bunlara karşı varlığımızı ve varlığımızın hukukunu korumak hakkımızdır. Bunlara geçit vermemek ise görevimiz.

* Bu meclis Yeni Anayasa yapamaz. Anayasalar, olağan meclisler tarafından ortadan kaldırılamaz. Hele yüzde 10 barajlı, yönetimde istikrar için kurulmuş bir meclis, bu işi hiç yapamaz.

*

Anayasa Direnişi hepimize çok şey öğretecek. Hem yalnızca ideolojik-siyasal olarak değil, insani olarak da.

Karşıdevrimin açık aktörleriyle nasıl mücadele edileceğini biliyoruz. Asıl olarak, saklı aktörleriyle mücadele etmenin yollarını bulacağız. 

Saklı aktörler arasındaki iyiniyetlilerle artniyetlileri birbirinden ayırmayı öğreneceğiz. Herhalde bu arada “cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşenir” sözünün anlamını bir kez daha sökeceğiz. Oblomov’larla nasıl mücadele edilebileceğine ilişkin deneyimimizi zenginleştireceğiz. İşgal ettikleri kurumları kullanıp, sinsice ve kurnazlıkla karşıdevrimin yollarını süpürüp temizleyenlerle ve bunun yörüngesindeki ‘anlar da anlamaz’larla başa çıkma yollarını keşfedeceğiz.


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 27 Ocak 2016]




20 Ocak 2016 Çarşamba

O ARTIK ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRAT


CHP 35. Kurultayı’nın “sonuç bildirgesi” şu cümlelerle başlıyor:
“Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Cumhuriyeti´ni kuran, ülkemizi çok partili hayata taşıyan ve Türkiye´ye sosyal demokrasiyi getiren üç büyük devrimin altına imza atmıştır."
*

Ulusal kurtuluş savaşı vermek ile “Türkiye’ye sosyal demokrasiyi getirmek” işlerini aynı terazide tartmak tuhaf. Ama bu bir yana, CHP gerçekten “Türkiye’ye sosyal demokrasiyi getirmek” gibi bir iş yaptı mı?

Bu çizginin ilk partisi, Dr. Hasan İleri’nin Türkiye’de Sosyal Demokrasi 1908-1998 adlı kitabında verdiği belgeli bilgilere göre, 1918’de Wilson İlkelerinin izinde kurulmuş. Adı Sosyal Demokrat Fırka (SDF). Ulusal kurtuluş savaşını İstanbul’dan seyretmekle yetindiği için devrim tarihinin dışında kalmış, varlık kazanamamış. Sonra 1946’da biri Türk Sosyal Demokrat Partisi, diğeri Sosyal Adalet Partisi adlarıyla kısa bir süre yine belirip sönmüş. Üçüncü kez 1964’te Sosyal Demokrat Parti adıyla ortaya çıkmış, birbuçuk yıl sonra CHP’yle birleşerek ortadan kalkmış. Dördüncü baş gösterme epeyce karışık. Kimi ciddi takipçileri olmuşsa da, Bülent Ecevit’le birlikte kah ortanın solu, kah demokratik sol ruhlarının altında ezilmiş, CHP’nin resmi metinlerine 1970’li yılların ikinci yarısında yerleşmeye çalışmış. Beşinci belirişi 12 Eylül’de. 1983’te Erdal İnönü başkanlığında Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kurulmuş, 1985’de Halkçı Parti ile birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adını almış ve 1995’te CHP ile birleşerek yine sona ermiş. Altıncı ve son belirişi 2002’de Murat Karayalçın başkanlığında, Sosyaldemokrat Halk Partisi (SHP) adıyla olmuş. Şimdiki HDP’nin öncüllerinden DEHAP ve 10 Aralık gibi hareketlerle işbirliği yaptıktan sonra, 2010’da Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) ile birleşerek yine bitiş yaşamış. EDP’nin yolunu, Yeşiller ve Sol Gelecek adlı parti üzerinden, 2015 seçimlerinde HDP’yi destekleyen bir yapı olarak tamamladığını belirtelim.

Sosyal demokrasinin kurumsal tarihi ve bunun CHP ile ilişkileri, “Sonuç Bildirgesi”nde söylenenlerle hiç uyuşmuyor. Anlaşılan CHP’yi karşıdevrimin aleti kılmak isteyenler hikaye uydurarak, bir yandan kendi darbelerine bir temel kurmak, bir yandan da sosyal demokrasinin HDP’ye uzanmış damarından güç almak istiyor.

*

Sonuç Bildirgesi’nde giriş cümleleri şöyle devam ediyor:
“Türkiye´nin bugün ihtiyacını duyduğu dördüncü devrim ise “Özgürlükçü Demokrasi"dir. İlk üç devrimin sahibi olan CHP, Türkiye´yi “Özgürlükçü Demokrasi”ye ulaştırma kararlılığındadır. Kurultayımız, bu kararlılığın dönüm noktasıdır ve bildirgemiz dördüncü devrimin ana hedeflerini içermektedir.”
Bildirgeyle darbe! Dördüncü devrim birkaç giriş paragrafıyla 21 maddeden oluşuyor. Öncesi yok; kurultayın birinci gününde görevlendirilmiş bir komisyonun marifetiyle gün içinde yazılıp bitirilmiş. Kürsüden okunmuş, tartışmaya açılmamış, oylanmış, dendiğine göre oybirliğiyle kabul edilmiş.

Özgürlükçü demokrasi çizgisi, Türkiye’de üç günden beri CHP’li "devrimci kimseler"i anlatıyor. Milliyetçi-demokrat, muhafazakar-demokrat, sosyal-demokrat, radikal-demokrattan sonra, demokrasi yelpazesinin en yenisi. Aslı, neoliberal demokrasi. 

'Özgürlükçü demokrat' CHP’nin misyonu bildirgede yazıyor: (1) Etnikçi eşit-vatandaşlığı benimsemek (2) ademi merkeziyetçiliği savunmak; (3) PKK ile mücadeleyi reddetmek; (4) PKK’nın isteklerini “çözümün adresi TBMM” sloganı sayesinde anayasa ve yasalara geçirmek.

Bu demokrat türü Soros destekli “renkli devrimler”in militanıdır. Savunduğu demokrasi türünün en ileri örneği ise Atlantik kuvvetleri tarafından Irak’ın işgali sırasında sergilenmişti. Bildiğiniz gibi ABD önderliğindeki işgalcilerin Irak’a getirdikleri şey hem barış, hem özgürlük, hem demokrasiydi. Eksiksiz, üçü bir arada!

*

Mim koyalım: 35. Kurultay, karşıdevrimin sinsi istila sürecini tamamladığını, Cumhuriyet’e karşı CHP’yi kullanarak açıkça saldırıya geçtiğini gösteriyor.



[BAG, Aydınlık Gazetesi, 20 Ocak 2016]

18 Ocak 2016 Pazartesi

İŞGALCİNİN ADI: ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRAT



CHP 35. Olağan Kongresinde 21 sayfalık bir sonuç bildirisi ilan edildi.

Kısa giriş paragraflarıyla 21 maddeden oluşan bu metin, CHP’nin özgürlükçü demokratların eline geçtiğini ilan etti. Bunların Türkiye’ye özgürlükçü demokrasi getirme misyonu ile donandıkları açıklandı.

*

Özgürlükçü demokrasi sözü ilginç bir söz… İnternette hızlı bir tarama yapın. Yaptım, ve “özgürlükçü demokrat” adıyla kurulmuş çeşitli dernek ve gruplar olduğunu gördüm. Hepsi PKK cenahına destek verme özelliğine sahipler.

Bir de bu sözün, Mayıs 2013’te toplam 111 kişinin imzaladığı bir bildiriye başlık olduğunu gördüm. “Barış İçin Özgürlükçü Demokrasi” başlıklı bu bildirinin imzacıları ilgi çekici. O dönemde CHP içinde tepkiyle karşılanan bildirinin imzacıları, oradaki zihniyeti şimdi CHP’nin resmi kimliği yapmış bulunuyorlar. Bu muzafferler, bildirinin de imzacıları arasında yer alıyorlar. Sezgin Tanrıkulu’nun önderliğinde Alaattin Yüksel, Zeynep Altıok, Rıza Türmen ve kurultayda mektubu okutularak alkışlatılan Can Dündar gibi…

Siyaseti “aktörlerin takibi ve analizi” yöntemiyle değerlendirmekten hoşlananlar, o bildirideki imzalarla şimdi CHP’ye yönetici yapılmış kimselerin karşılaştırmasını yapabilir. İlginç sonuçlara ulaşacaklar.

*

Özgürlükçü demokrat… Anlamı İngilizce çevirisinde daha açık; liberal democrat. Bu cins artık yerini “neo”suna bıraktı. 19. yüzyıldaki liberal demokrat gericileşti, küreselcilik sayesinde 21. yüzyılda neoliberal demokrat adını aldı.

Yani sosyal demokrat değil. Zaten bildiride de sosyal demokrasiyi Türkiye’ye getirmenin üçüncü devrim olduğu yazılı. Özgürlükçü demokrasi, bunların yaptığı/yapacağı dördüncü devrim diyorlar; demek ki sosyal demokrasinin devri geçti.

*

Özgürlükçü demokrat… Yani ulusal devlete karşı etnikçi eşit-vatandaşlık isteyen; Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartından hareketle ademi merkeziyetçilik talep eden; terörle mücadele hedefi olmayıp PKK hedeflerine uygun bir anayasa ve yasalar üretimi için “çözüm TBMM”de diyen kişi…

*

CHP’nin tepesindeki klik, Kurultay Sonuç Bildirisiyle kendine bu adı yakıştırdı. Asıl önemlisi, bu adı ne okunduğunu anladıkları bir yana, duydukları bile şüpheli bin-kusur delegeye okudu; divan başkanlığının ağzından da oybirliğiyle kabul edildiğini duyurdu.

Böylece CHP’de sinsice ilerleyen istila, darbe ve baskın usulü yöntemlerle biçimsel olarak zafere ulaştı. İstilacılar, artık “kendi kimlikleri” ile iktidar sürecekler. İşgal gözler önüne serildi.

Belki bu kadar söz bile çok. Çünkü, özgürlükçü demokratlığın ne anlama geldiği, daha ilk adımlarını atarken savurduğu “her kafadan ayrı ses olmayacak” tehditlerinden ve “sus, partiyi yıpratma!” tembihlerinden belli.

*

Şimdi bir kez daha o büyük sözün kapısındayız:

Ya bir yol bul yada yenisini aç!




NEOLİBERALİZMİN SON ASKERİ: ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRASİ



Cumhuriyet Halk Partisi 35. Olağan Kurultayı’nı yaptı.

Sonuç Bildirgesi’ne göre bir devrim başlatılmış bulunuyor. Devrimin adı “özgürlükçü demokrasi”.

Demek ki, 2016 yılının hemen başında, 35. Kurultay’da CHP iktidarına, kendisine “özgürlükçü demokratlar” diyen bir klik, ilanen el koymuştur.

Bu el koyma, 12 Eylül’den bu yana Türkiye’yi ur gibi saran neoliberal işgalin son zaferi, CHP’yi işgal eden özgürlükçü demokratlar ise, neoliberal ordunun sonuncu kıtasıdır.

Yazdıkları 21 maddelik bildiriye dayanarak söylüyorum.

*

Dediklerine göre “Özgürlükçü Demokrasi mücadelesi, Türkiye Cumhuriyeti´ni içinde bulunduğu çıkmazdan kurtaracak tek yoldur.” Bu yolla “tek tipleştirme”ye karşı …. farklı kimliklerin barış ve kardeşlik ilkesine bağlı kalarak” yaşanmasını sağlayacaklar.

Neoliberallerin yıllardan beri Cumhuriyet’e karşı yönelttikleri “tek tipleştirme” suçlamasını, Cumhuriyet yerine siyasal iktidar sözünü koyarak örtmeye çalışmışlar. Ama çözüm için önerdikleri siyaset, bu hileyi hemen açığa çıkarıyor. Özgürlükçü demokrat klik, çözümü neoliberalizmin kimlik siyasetinde bulduğunu, kendisini hiç kasmadan dile getiriyor.

*

Sonuç Bildirgesi’nde “3) Darbe hukuku ve onu tahkim eden tüm düzenlemeler kaldırılmalı….” diyorlar. Yani, neoliberalizmin Yeni Anayasası için AKP-HDP ile ortaklık yapacaklarını söylüyorlar.

“6) Merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluk paylaşımı, halkın ihtiyaçlarını gözeterek, en üst düzeyde katılım sağlanabilecek şekilde belirlenmelidir. Yerel yönetimler güçlendirilmeli, bu doğrultuda ilk adım olarak Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı üzerindeki şerhler kaldırılmalıdır.” Yani neoliberalizmin ademi merkeziyetçi, subsidiariteci yerinden yönetimcilik hedefine baş koyduklarını, PKK’nın özerklik – özyönetimcilik taleplerini uygulanabilir kılmak için hizmete hazır olduklarını söylüyorlar.

“11) Kürt sorunu salt güvenlikçi politikalarla çözülemez. …. Kürt sorunu eşit yurttaşlık temelinde, milletin temsil edildiği TBMM zemininde toplumsal uzlaşma ve ortak akıl ekseninde çözülmelidir.” CHP’nin tepesinde İnsan Hakları Genel Başkan Yardımcılığı etiketi altında etnik ayrılıkçılığa sürekli destek veren Stratfor bağlantılı çekirdek, bu maddeyle zaferini ilan etmiş oluyor. Neoliberalizmin, toplumu etnik topluluklara göre ayrıştıran etnikçi eşit vatandaşlık siyasetini benimsediklerini; ve “çözüm TBMM”de denerek, Yeni Anayasa ve etnikçi yasalar için sergiledikleri gayreti sürdüreceklerini bir kez daha ilan etmiş bulunuyorlar.

“17) Eğitim reformuyla, …. evrensel değerlerle donatılmış bir eğitim sistemi…” isteyerek, eğitimde küreselciliğin askeri olacaklarını ve ulusal bakış açısını tümüyle sileceklerini ilan ediyorlar.

“20) …. AB üyeliğini hedefleyen…. bir dış politika” isteyerek, küreselciliğin izinde Bağımsız Türkiye hedefini rafa kaldırmış bulunuyorlar.

“21) Ülkenin her yerinde huzur ve barışın tesis edildiği, terör saldırıları karşısında vatandaşların can güvenliğinin sağlandığı, insan haklarına saygılı bir güvenlik politikası oluşturulmalıdır” sözü ise, Ortadoğu’da gerici BOP planının parçası olan bölücü teröre karşı sempati duygusunun terörle mücadele hedefini unutturacak boyutlara ulaştığını gösteriyor.

*

Cumhuriyetin kurucu partisini felç eden neoliberal gericilik, bu bildiriyle “yönetim elimize geçmiştir” diyor. Şimdi “CHP Atatürk’ün partisi” deyip olan bitene gözünü kulağını kapatmayı yeğleyenler, hem kendini aldatanlar hem de sorunun etrafından dolanıp duranlar biraz düşünsün.

 

[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 18 Ocak 2016]


17 Ocak 2016 Pazar

KAÇIN, ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRASİ GELİYOR


“Kendisi iyi bir adam, ama çevresi kötü… “

“Kendisi samimi kibar adam, ama ah çevresindekiler!”
Bunlar, Türkiye’de siyasal partilerin bir numaralı koltuklarında oturanlara ilişkin olarak sıkça söylenir. Böyle söyleyenlerden bir bölümü müthiş bir eylem takvimine varırlar: “Adam”a yaklaşalım, çevresine biz yerleşelim, bak o zaman…

Ve bir yaklaşma operasyonu başlar. “Çevre” kötü ya, Allah korusun, partinin ve Türkiye’nin biricik umudu olan bu büyük strateji sahiplerini en küçük ‘hata’larında “adam”ın gözünden düşürüverirler; akıllı davranmak gerekir. Bu kötü “çevre”yi yıkmak, “çevre”yi fethetmekten geçer. Ara sıra makamlarına uğramalı, bu yoğun işleri arasında müsaitseler sayın ve muhterem yardımcımın ve en/baş/sıra danışmanımın güzel kahvelerini içmeye gitmeli. Akıllı olmalı, iltifatkar davranmalı! İdeolojik, siyasal, örgütsel mücadele ne demek, itiraz etmek dahi akla getirilmemeli. Başka biri kalkıp muhalefet etme densizliği sergilerse, “adam”dan ve “çevre”den daha hızlı davranmalı, onu hemen susturmalı… Yaklaşabilmek ve yanaşabilmek öyle kolay iş mi?

*

Yanaşmak zor iştir.

O kadar zordur ki, bu kahramanlık öyküsü ta 1726’da Jonathan Swift tarafından kaleme alınan ve on yıl sonra üçyüzüncü yaşını dolduracak Gulliverin Gezileri’nde anlatılmıştı. Lilluput, cüceler ülkesi, çok yaşasın! O kitaptan öğrenmiştim, böylesine yüksek ahlaki siyaset, herkesin harcı değil. Bir avuç insanın yapabildiği bir şey. Onlar o zaman olduğu gibi şimdi ve başka yerlerde olduğu gibi burada varlıklarını sürdürebilen azınlık bir tür. Tarih-üstü kahramanlar ve inatçılar. Bırakalım işlerini görsünler…

*

Bugün [16.1.2016]“bu çevresi kötü ama kendisi iyi olan adam”lardan biri, kendisine başka bir rakip çıkmasına izin vermeyecek biçimde ayarladığı bir kurultayın açılışını yaptı. Ve “özgürlükçü demokrasiyi ölümüne getireceğiz” dedi.

Türkiye’yi ermeni soykırımı iftiracılarının ağzı ve ruhuyla suçlayan, adalet duygusundan ve bilimsel akıldan yoksun bir bildiriyi kolladı. Bu bildiri sahiplerinin Ocak 2013 – Şubat 2015 arasındaki “çözüm süreci”nde AKP’nin ortakları olduğunu, akil adamlardan oluştuğunu, akil adam heyetlerine “bilgi üretme görevi”ni yerine getirmek için bir araya geldiklerini gizledi.

Yeni Anayasa saldırısındaki ortaklıklarını “12 Eylül darbe hukukunu ortadan kaldırmak için” diye açıkladı. Ama örneklerini verirken sorunun mevcut anayasada değil (1) yasalarda, (2) uygulamada olduğunu açık etti. Hatta “anayasa basın hürdür diyor, peki uygulamada öyle mi? diye sorarak kendi gerekçesini kendisi boşa çıkardı.

“Biz bu ülkeyi kanla ve gözyaşıyla kurduk” dedi, sonra bu ülkeyi kan ve gözyaşıyla kurmuş olan Türk Ulusunun egemenlik hak ve yetkisini ortadan kaldırma amacına kilitlenmiş olan Yeni Anayasa saldırısına ortak olmaya devam edeceklerini söyledi.

Sonra “çevre”sindekilerden Stratfor tarafından kodlanmış biri televizyon ekranında belirdi. “Anayasa masasına oturma deniyor; ama oturduk bir kere!” gibi şeyler söyledi. Yine “çözüm TBMM” dedi. Yani PKK’nın taleplerini anayasa hükmü haline getirmekte, yasa çıkarıp güvence altına almakta…

*

Türkiye’nin anamuhalefet partisine özgürlük geliyor. Hatta yalnızca özgürlük değil, özgürlükçü demokrasi geliyor. Hem de “ölümüne!” Kendisi aslında iyi olan “adam”a yanaşıp yaklaşarak “çevre”sini yarıp içine yerleşme gayretindekilerin dikkatini çekerim.

Gulliver’in Lilluput ülkesinden çok şey öğrenmiş biri olarak derim ki, Türkiye artık anamuhalefetsizdir. Bu yokluğu sona erdirmek gerekir. Öyle “ölümüne” falan değil. Rumeli ve Anadolu Müdafai Hukuku Milliye’nin çocukları olarak, Türk Ulusunun egemenlik hakkını ortadan kaldırmaya kalkışmış sinsiliğe karşı yaşama ve yaşatmacasına…

 

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 17 Ocak 2016]

13 Ocak 2016 Çarşamba

İKİ ÖZERKLİĞİ DE İSTEMEK


Halk’ların Demokrasi Partisi (HDP) “milliyetlere özerklik isterim” diye yola çıktı. İşe anadilde savunma, anadilde eğitim diyerek başladı, şimdi anadillere resmi dil statüsü talep ediyor.

Demokratik Bölge’ler Partisi (DBP) “bölgelere özerklik isterim” diye ortaya çıktı. Güneydoğu illerinde kasaba-şehirlerin özerkliğini ilan edip buralarda “özyönetim kurdum” dedi. Öz-savunması da pakete dahil.

İkisine de özerklik… Hem toplum içinde etnik topluluklara, hem toprak üstünde coğrafi bölgelere.

*

HDP’nin milliyetlere özerklik isteği, birlikte yaşamak istediklerine ve ayrılmak gibi bir düşünceleri olmadığına işaret sayıldı. Hem, elbette herkes anadilini kullansındı! Anadillerin kullanmasını yasaklamak insanlığa sığar mıydı? Hele hele anadilinde şarkı söyleyene ceza vermek filan! Neresinden baksanız ilkellikti ve Cumhuriyet burada yanlış yapmıştı.

Ne var ki, “anadilinde şarkı söyledi” diye ceza kesen Cumhuriyet Rejimi değildi. Yasakçı aktör, 12 Eylül dönemindeydi. Cezayı 1983 yılının Ekim ayında çıkardığı 2932 sayılı Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun ile kesiyordu. Bu yasa yedi yıl yürürlükte kaldı. 1991’in Nisan ayında 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 23/e maddesiyle kaldırıldı. Anayasanın buna dayanak olan 26 ve 28. Maddelerdeki hükümleri de anayasadan 2001 yılında silindi.

Haklı talepler karşılandı. Ama HDP birlikte yaşamak diye diye, etnik kimliklere statü ve Türk’ün anayasadan silinmesi talebine vardı. Bireysel yurttaşlığın yerine, halk’lar dediği etnik toplulukları koydu. Sonuçta, toplumun siyasal kuruluşunda ulusal devlet ilkesini reddetti. “Demokratik ulus” dediği birşeyin arkasına gizlenerek, toplumsal birliği yok edecek bir “milliyetler düzeneği” önermeye başladı.

*

DBP’nin “bölgelere özerklik” talebi ise “yerel demokrasi, yerinden yönetim” perdelerini bir anda yırtarak ortaya çıktı. Meşruiyetini, öz-savunma ve hendek siyasetiyle daha ilk adımda yok etti. Muhataplarını ayakta uyutmaya dönük “tartışalım, özerkliği-özyönetimi tartışalım” çağrısı, güneydoğuda sergiledikleri saldırganlığın acımasızlığı altında ezilip gitti. “Tartışma” davetleri ortada kaldı. Savurdukları tehditler, Türkiye’yi AB’den sonra NATO’lu ve barış güçlü Birleşmiş Milletlere şikayet etmeye kadar vardı. Öyle bir görüntü sergiliyorlar ki, Irak ve Suriye gibi kaderlerin Türkiye’yi de içine almasından memnuniyet duyacaklarmış gibiler.

*

Milliyetlere özerklik, anayasanın madde 66’daki Türk vatandaşlığının silinmesi, TC vatandaşlığı yazılması ve etnik gruplara göre düzenleme yapılması demektir. Bunun anlamı “egemenlik Türk Milletinindir” (madde 6) düsturuna son verilmesi ve ulusal devlet (madde 3, milletiyle bölünmez bütün) ilkesinin rafa kaldırılmasıdır.

Bölgelere özerklik, anayasanın madde 123’deki idarenin bütünlüğü ilkesiyle kurulmuş olan üniter devlet yapısının (madde 3, ülkesiyle bölünmez bütün) ortadan kaldırılması ve federe-eyalet sistemine geçilmesi demektir.

Bu iki istek BOP planının hedeflerini ve küresel sermaye ile yerel egemen grupların çıkarlarını maksimize edebilir. Ama bir bütün olarak ülkenin bağımsızlığına, kalkınmasına, güvenli geleceğine hiçbir yarar sağlamaz. Halkın, ancak ulusal yurttaşlık temelinde sahip olabileceği özgürlük, eşitlik ve barış özlemlerine hiçbir katkıda bulunmaz. Her iki talebin de tartışılacak ve anayasaya işlenecek olumlu bir yanı yoktur. 


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 13 Ocak 2016]



11 Ocak 2016 Pazartesi

DEVEYE BİNİP HENDEĞE SİNDİLER



Anayasayı değiştirmek, hatta bununla yetinmeyip sil baştan Yeni Anayasa yapmak türünden devasa bir hedefin peşinde koşanların dile getirdikleri gerekçeler deveye binip hendeğe sinmek gibi… Bu tuhaf gerekçelere topluca göz atınca ortaya şöyle bir liste çıkıyor.

Çünkü bu darbe anayasası… Tarih bakımından doğru, 12 Eylül 1980 darbe döneminde yapıldı. Ama geçen sürede müdahale görmedik yeri kalmadı, çok değişiklik gördü. Bu artık o anayasa değil.

Çünkü bunu askerler yaptı… Bu anayasada 17 ayrı yasayla değişiklik yapıldı, tüm değişiklikler sivillere ait. Hatta değiştiren irade “AB uyum yasaları” adı altında doğrudan AB ortaklığıyla iş gördü. Sonuçta bu metin artık askerlerin değil, sivillerin metni.

Çünkü darbeci hükümlerle dolu… Artık değil. İdam cezası hükmünün yanısıra darbecilerin yargılanamayacağına ilişkin hükümler de kaldırıldı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırıldığı gibi, MGK siyasi iktidarın organı haline getirildi. Siyasal yasaklar kaldırıldı. Bireysel hakları askıya alan hükümler temizlendi.

Çünkü sistematiği bozuldu… Usulüne uygun değişiklikler sistematik kısım, bölüm, madde yapısını) bozmaz. Değişikliklerle anayasaların sistematiği değil, niteliği değişir. Bu anayasanın sistematiğinde bozulma yok, “darbe anayasası” niteliği değişip ortadan kalktı.

*

Çünkü sivil anayasa gerekir… Sivil anayasa diye bir anayasa türü yoktur. Nasıl “siyasal anayasa” demek saçma ise, “sivil anayasa” demek de öyle saçmadır. Sivil, yurttaşlık işlerini düzenlemek demektir; anayasaların kendisi zaten bundan ibarettir.

Çünkü bu anayasanın ideolojisi var… İdeolojisiz anayasa olmaz. Yurttaşlık işlerini düzenlemek, bir uygarlık anlayışı ve bir dünya görüşüne dayanır. Yurttaşların bir arada nasıl yaşayacakları, bu dünya görüşünden elde edilen temel ilkelere göre tayin edilir.

*

Çünkü bunun ruhu uygun değil… Dananın kuyruğu işte burada kopar. İdeolojisiz anayasa isteyenler, ideoloji sözünün yerine “ruh” sözünü koyup hangi ideolojinin anayasasını istediklerini mırıl mırıl söylemeye başlarlar.

2007 yılında Zafer Üskül’ün dile getirdiği üzere “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılıktan ve Kemalizmden arındırılmış ideolojisiz, sivil ve renksiz anayasa” gerekir. Yani Atatürksüz anayasa…

2011 yılında Ali Bulaç’ın dile getirdiği üzere "din"le, Müslümanlığın kelamıyla, fıkhıyla, kamusal ve toplumsal hayatla olan ilişkisi ele alınmış” bir anayasa gerekir. Yani ihvani anayasa…
2014 yılında Mehmet Uçum’un dile getirdiği üzere, "yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasayı çöpe atmak zorunludur”. Yani egemenlik hakkını Türk Milleti’nin elinden alan etnikçi anayasa…

*

İnanılır gibi değil ama “darbe anayasasını kaldırmak” ve “sivil anayasa yapmak” gibi saçmalıklar, yıllarca kabul görüp çok prim yaptı. Yetmez ama evet militanlığı, diyalogculuk, müzakerecilik, istemezükçü değil pozitif olalımcılık gibi sahte sevgi kelebekliği ve imajcılık, algıcılık gibi psikolojik harpçı piyasa ruhuna düşkünlük, ideolojik mücadele ve karşıdevrime direniş fikrini adeta felç etti.

Bunların uyuşturduğu bacaklarımızı ovuştura ovuştura bugüne geldik. Artık karşımızdakinin ne olduğu da, felç olanın bacaklarımızdan önce aklımız olduğu da ortada.

Karşımızdaki, Türk Ulusu’nun egemenlik hakkını ortadan kaldırmaya yönelmiş bir cephe hareketidir. Buna karşı direniş meşru bir haktır. Müzakere değil mücadele gerektirir. O halde şimdi yol levhamızın yazısını yüksek ve gür bir sesle okumak gerekir: Anayasa Müzakeresi Yok!

Bunu deyip başlayalım.

Ataların dediği gibi, akarsu kendi yatağını yapar.



[BAG, Egeekspress Gazetesi, 11 Ocak 2016] 


YOK BÖYLE BİR MASA!



AKP’nin ve şimdi CHP yönetiminin isteklisi olduğu müzakere ortağı PKK cenahı, 27 Aralık 2015 günü ne istediğini bir bir söyledi.

PKK cenahında yer alan çeşitli partilerin imzaladığı bu bildiri açıklanınca AKP yetkilileri çok öfkelendi. “Bu vatanı bölmektir, vatana ihanettir” dediler. HDP de buna şaşırdı. İdris Baluken adlı yöneticileri “bize özerklik sözü vermişlerdi, şimdi neden böyle diyorlar anlamıyoruz, şoktayız” dedi.

*

PKK cenahı 2015’in son günlerinde 14 madde halinde özerklik istedi

(1) Bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde Özerk Bölgeler oluşturulsun. Bilindiği gibi Türkiye “il sistemi”ne göre yönetilir; bunların istedikleri il sistemi yerine meclisli ve tabii başkanlı bölge yönetimine, yani eyalet sistemine geçilmesi.

(2) Özerk Bölgeler TBMM ve merkezi yönetimde de temsil edilsin. Bu isteklerine göre eyaletler yalnızca bölgeleri yönetmeyecek, aynı zamanda ülke yönetiminde de söz sahibi olacak. Ülkenin parlamentosu bölge temsiline mi dayanacak, yoksa iki parlamentolu sistem mi kurulacak, bunu açıkça belirtmemişler. Bölgelerin merkezi kamu yönetiminde nasıl temsil edilmesini istedikleri de açık değil.

(3) Bölgeler genel yetkili olsun. Tarım hayvancılık, ticaret, sanayi; kara, deniz, hava ulaşımı; ilköğretimden yükseköğretime tüm kademelerdeki eğitim, sağlık, yargı işleri; güvenlik işleri bölgelere bırakılacak. Bölgeler yeraltı kaynakları vergi toplama işini paylaşacak, bütçelerini kendileri yapacaklar.

(4) Yerel diller resmi dil olsun. Her bölgede hangi yerel dil varsa, bölge yönetiminde o diller resmi kamu işlerinde kullanılacak.

(5) Farklı etnisiteler ve inanç grupları, bölge yönetiminde doğrudan yer alsın. Yani deniyor ki, yurttaşlık esasına göre kurulmuş olan siyasal rejim etnisite ve inanç topluluklarına anayasal kimlik verilerek, yönetimin kurucu unsurları olsun. Bunu yapabilmek için anayasadan “Türk vatandaşlığı”nın kaldırılması ve egemenliğin Türk Milleti’ne ait olduğu hükmünün silinmesi gerekiyor.

*

2015 yılının son günlerinde yapılan bu açıklamalarla, PKK’nın omuzunda roket-atar ağzında “biz bütün Türkiye için yerel demokrasi istiyoruz” yalanıyla sürdürülen 30 yıllık ikiyüzlülük bitti. Bu düşmanlığın, düpedüz ülke üzerinde ulusal egemenliğimize kast ettiği kendi dillerinden ilan edildi.

Bu isteklerin vatanı bölmek demek olduğunu AKP’nin kendisi söylediğine göre, bu pazarlıklara kendi adına oturmuş olanlara gereken faturayı kesmesi gerekiyor. Daha önemlisi, bunların önümüzdeki zamanlarda da pazarlığa konu edilemeyeceğini yine kendisi söylemiş oluyor. Böyle birşeye kalkışan olursa, kendilerinin söylediği gibi, vatana ve millete ihanet ile suçlanacaklar.

*

Bütün istekler anayasa değişikliğine odaklanmış olduğuna göre, demek ki sıra, anayasaya dönük tehditlerin rafa kaldırılmasına gelmiş bulunuyor. Bunun için birkaç küçük adım yeterli.

Birincisi, AKP’nin tepesi kendi seçmeninin büyük bölümüne ters düşen hayalci, ihvani ve etnikçi isteklerinden vazgeçecek.

Olmadı, o zaman ikincisi, CHP ve MHP “anayasa üzerine çalışma zamanı değil” diyerek görevlerini yaparak bu tehditleri tümüyle boşa çıkaracaklar.

Onlar bu basireti gösteremezlerse, son adım öne çıkacak. Halk “yok böyle bir masa!” diyerek bunları kendine getirecek.

 [BAG, Yeni Adana Gazetesi, 11 Ocak 2016]


10 Ocak 2016 Pazar

SİZE NEDEN LAZIM?



Cumhurbaşkanı ve AKP “yeni anayasa gerek, çünkü başkanlık lazım” diyor.

PKK ve HDP “yeni anayasa gerek, çünkü özerklik lazım” diyor.

Bu iki kesim ortaklaşa “yeni anayasa gerek, çünkü Türk’ü silmek lazım” diyorlar.

CHP ve MHP “yeni anayasa gerek, çünkü …....

Bu iki partinin çünkü’lerini bulamadım.

Metinlerini inceleyip, teknik suratlı terimlerin ardından niyetlerini okumadan, kamuoyuna açıkça söyledikleri sözlerini aradım, bulamadım.

CHP ve MHP, ikisi de “yeni anayasa gerek” diyorlar. Ama kendi lazım’ları nedir, bunu söylemiyorlar. Açıklamış olmaları gerekirdi. Açıklamadılar.

O halde bizim sormamız gerekiyor:

Size neden lazım?

*

CHP açıklamalarında “başkanlık lazım değil” diyor. Türklüğü kaldırmak konusunda bu kadar yüksek sesle değil, çünkü kendi tabanından “hadi oradan, kimsin sen!” azarı yiyeceklerinden korkuyor, ama üstü kapalı yazıp mırıldanma usulüyle “Türklüğü kaldırmak lazım” diyor. Yerel yönetimleri güçlendirmekten, yerel yönetim özerklik şartından dem vurup “bir özerklik rüzgarı lazım” diyen bir pozisyona oturuyor. Kendine ait bir lazım’ı yok. AKP ile PKK/HDP lazım’larına göre konuşuyor.

MHP açıklamalarında başkanlık konusunda tereddütlü gibi. Buna karşılık “Türklüğe dokunma, özerklik yok” diyor. Onun da kendine ait bir lazım’ı yok.

Kendilerine ait lazım’ları yok, ama “yeni anayasa gerek” diyorlar. Neden?

*

CHP ile MHP 2010 – 2014 arasında anayasa değişikliği masasına “istemezükçü görünmemek”, “masadan kalkan olmamak”, “uzlaşmacı görünmek” uğruna oturmuşlardı. Şimdi ortam değişti. Toplumdan yükselen ses “ortak olmayın” sesi. Artık uzlaşmacı görüntü prim yapmak bir yana, teslimiyetçilikle suçlanmalarına neden oluyor.

Bu ortama karşın “yeni anayasa” masasındalar. Neden?

*

Üstlerinde dış dünyadan, Atlantiğin iki yakasına yerleşmiş ABD ve AB çevresinden baskı var da ondan mı? Bu üst-akıl “Ortadoğuda yeni bir harita olmalı, siz de onu kolaylaştırmalısınız” diyor; bunun için “ulusal – üniter yapı çözülsün, bölgelere ve milliyetlere özerklik verilmiş gevşek bir Türkiye yaratılsın” istiyor; ve “böyle bir şey ancak yeni bir anayasayla mümkün olur” diyor. Bu nedenle olabilir mi?

“Yeni Anayasa”nın esas oğlanları bunlarsa, AKP iktidar uğruna bu cendereye sıkışmışsa, muhalefet partilerinin bu durumda aksini yapmaları gerekmez mi? Şiddetli bir şekilde “Yeni Anayasa Müzakeresi Yok” deyip hem AKP’yi hem de Türkiye’yi kurtarmaları daha akıllıca değil mi?

Yoksa, AKP – CHP – MHP’nin vatansever kadroları “büyük devletlerle kafa kafaya gelinmez, çubuğu kırılacak kadar bükmemeli, istediklerini verelim”ci kadrolar mı? Bu “pozitif, uzlaşmacı olalım” hali bizim yerlilerin birbirleriyle değil de Atlantik oğlanlarıyla uzlaşma görüntüsü mü?

*

Herşeyi böyle dış dünyaya, emperyalizme bağlamak olur mu? Koskocaman Türkiye’nin siyasal aktörleri bu kadar sıfır mı?

Herhalde değildir.

Ama doğrusu gözlerim, eğer varsa, sıfırdan fazlalıkları seçmekte zorlanıyor. AKP’nin Osmanlı “misakı milli”siyle sınırları genişletici neo-osmanlıcılığının BOP zamanına rasgelmiş olması gözlerimi bulandırıyor. Başkanlık önerisi, bu ürkütücü rastlantıya örtü gibi duruyor. PKK’nın Türkiye, İran, Irak, Suriye’de dörtlü konfederasyonculuğunun aynı ABD projesi dönemine denk gelmesi de… Bunların karşısında CHP ile MHP’nin kendi lazım’ları olmadan sergilediği yeni anayasacı profil, gözümde sıfırı bile önemli bir değer haline getiriyor.

Sorun buradaysa, o zaman AKP, CHP, MHP, HDP, vb. tüm kurumların yörüngelerinde hareket eden herkesin sil baştan bir değerlendirme yapması zorunlu demektir.


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 10 Ocak 2016]



7 Ocak 2016 Perşembe

PEKİ, YA SONRASI?


Yeni Anayasa isteklerinin bir nedeni, 66. Maddedeki “Türk vatandaşlığı”nı silmek. Bunun yerine “Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığı” yazılmak isteniyor. AKP, CHP, HDP yönetimleri bunda anlaşmış bulunuyorlar. Kanıtı 1 Kasım 2015 seçim bildirgelerinde duruyor. Bunu, “eşit vatandaşlık” yada “anayasal vatandaşlık” adı verilen bir anlayış temelinde benimsedikleri ve bu anlayışla uygulayacakları da aynı bildirgelerde yazılmış bulunuyor.

Peki, şimdiki Türk vatandaşlığı eşitlik ilkesine dayanmıyor mu? Anayasanın 10. Maddesi eşitlik maddesi ve şöyle diyor: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. ….” Şimdiki anayasa “yurttaşların (bireysel) eşitliği”ni benimsiyor. “Eşit vatandaşlık” bundan daha ileri ne getirmek anlamına geliyor?

*

İpucu, AKP’nin seçim bildirgesinde yer alan “herhangi bir etnik kimliğe referans yapmayan vatandaşlık tanımı” ifadesinde gizli. Eşit vatandaşçılar, “Türk” adının bir etnik kimliğe referans yaptığını, bu tercihin diğer etnik gruplar için eşitsizlik yarattığını, vatandaşların etnik kimlikleri bakımından eşitlenmesi gerektiğini iddia ediyorlar.

Bizce “Türk” bir etnisitenin değil, kimlikler-üstü olan ulusun adıdır. Ama bu tartışmayı bir yana bırakalım, peki diyelim ve dedikleri değişikliği yaptıktan sonra “TC Vatandaşları”nın siyasal hak ve ödevlerini nasıl bir düzende kullanıp yerine getireceklerini soralım.

*

“Türk”, ulusal vatandaşlığımızın adı olarak silinip yerine “TC vatandaşlığı” torbası koyulduktan sonra nasıl bir düzen kurulması gerekecek?

(1) Etnik kimliklerin eşitliği ve güvencesi için, bunların anayasal statüye kavuşturulması gerekmeyecek mi?

(2) Bunlar siyasette ve devlette kendilerini nasıl temsil edecekler?

(3) O zaman her etnisitenin kendi yönetim kurumları mı olacak?

(4) Bir etnik grup saydığınız Türk’lerin anadili Türkçe, şimdi olduğu gibi tek-ulusal-resmi dil olarak kalacak mı?

(5) Eşit vatandaşlık anlayışı, Türkçe’nin bu konumuna son vermeyi gerektiriyor mu?

(6) Madem eşitlik etniklerin eşitliği, diğer etnik grupların dilleri de resmi dil mi olacak?

(7) Bu durumda kamu hizmetlerinin de her etnik grup için ayrı ayrı örgütlenmesi gerekmeyecek mi?

(8) “Türk” bir etnik grup ise, egemenlik hakkının tek sahibi “Türk Milleti” kavramının da ortadan kaldırılması mı gerekecek?

(9) Yurttaş, millet olgusunun yapıtaşı olduğuna göre, “Türk vatandaşlığı” silinince anayasada “Türk Milleti” neye dayanarak tanımlanacak?

(10) Yoksa “Türk Milleti” de, Leyla Zana’nın TBMM yemin töreninde dediği gibi, “Türkiye Milleti” gibi bir şey mi olacak?

*

Bugünkü çabalar, bu soruların yanıtlanması bir yana “peki sonra?” sorusunun ortaya atılmasını bile önleyen bir ortamda sergileniyor. Tüm yaşamı değiştirecek böyle bir anayasal adımı, yol açacağı düzen hakkında hiçbirşey söylemeden yapmaya çalışmak, kendi başına büyük bir ahlaki sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Karşımızdaki “vatandaşlık anlayışını değiştirmek” atağı, ulusal devleti ortadan kaldırıp yerine “çokmilliyetli düzenek” koyma amacına dönük bir şey. Bu siyaset, 1900’lü yılların başlarında Avusturya’da “milliyetlerin kültürel özerkliği anlayışı” olarak dile getirilmişti. Anlayışın sahibi Otto Bauer idi. O tarihlerde, hem kuram hem pratik bakımından pek acı biçimde mahkum edilmişti.

“Eşit vatandaşlık”, “anayasal vatandaşlık” adı altında hortlayan “milliyetlere özerklik” siyaseti, yüzyıl önce olduğu gibi bugün bir kez daha tarihe gömülmeyi bekliyor.

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 6 Ocak 2015]



4 Ocak 2016 Pazartesi

AF BUYRUN, NE VATANDAŞI DEMİŞTİNİZ?



Cumhurbaşkanı ve Başbakan konuşmalarında “78 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” diyor; buna göre TC vatandaşıyız.

Kemal Kılıçdaroğlu da öyle diyor, “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları….”

HDP yöneticileri ne vatandaşı olduğumuzu söylemiyorlar, daha çok “halklar….” diyorlar; herhalde “halklar vatandaşıyız”.

*

Anayasanın “siyasi haklar ve görevler” bölümünde, her birimizin “Türk vatandaşı” olduğumuz belirtiliyor. Madde 66’nın başlığı Türk vatandaşlığı. Maddede deniyor ki, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Gelin görün ki, siyasetin tepesindeki parti yöneticileriyle devlet yöneticileri “Türk vatandaşları”nı hiç ağızlarına almadıkları gibi, taşıdığımız kimlik belgelerinde de başka başka durumlar var. Nüfus cüzdanlarımızda “Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanı” yazıyor; dinimiz hanesi var, ama uyruğumuzu ayrıca gösteren bir hane yok. Pasaportlarda ülke kodu TUR, uyruğu (nationality) bölümünde de TUR yazıyor. Herhalde Turkey –Türkiye kısaltması. Bu temel resmi belgelerde de “Türk vatandaşlığı”na işaret eden bir ibare yok.

*

Aslına bakarsanız bu çeşitliliği çok dert etmeyebilirdik.


Dert etmeye başladık. Çünkü Yeni Anayasa yapmak isteyenler, yapamazlarsa kapsamlı anayasa değişiklikleri yapma niyeti taşıyanlar var. Başta iktidar partisi AKP var; diğer üç muhalefet partisi de seçim bildirgelerinde “yeni anayasa yapacağız” dediler. Ve MHP hariç, 1 Kasım 2015’de yapılan son seçimde anayasada vatandaşlığı değiştirecekleri yönünde sözler koydular.

AKP, CHP, HDP, yeni anayasa için “eşit vatandaşlık anlayışı”nı benimsediklerini ilan ettiler. Seçim bildirgelerinde yer alan ifadeler şöyle: AKP “eşit vatandaşlık anlayışını benimsiyoruz”; CHP “eşit vatandaşlık temelli bir anayasa yapacağız”; “HDP’nin öngördüğü anayasa; eşit yurttaşlık temelinde olacak”.

İşte bu anlayış çerçevesinde ilk atacakları adımın, vatandaşlık adımızı değiştirmek olacağı da bildirgelerde açıkça dile getirildi. HDP’nin zaten çoktandır istediği bu değişiklik konusunda AKP “herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alacaktır” sözünü verirken, CHP yeni adı da yazıp “devlet yönetiminde, dil, kültür, inanç ve yaşam tarzları arasında ayrım yapmaksızın Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı ortak paydasını esas alacağız” dedi.

*

Yaptığımız alıntılar yeterince açık biçimde gösteriyor ki, TBMM’deki üç partinin tepesindekiler anlaşmışlar; vatandaşlığın adını değiştirecekler. Türk silinecek, yerine TC vatandaşlığı yazılacak. Bundan böyle “eşit vatandaşlık”, eskimiş adıyla da “anayasal vatandaşlık” anlayışı benimsenecek.

Peki şimdiki Türk vatandaşlığı eşitlik ilkesine dayanmıyor mu? Anayasanın 10. Maddesi eşitlik maddesi ve şöyle diyor: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. ….”

“Eşit vatandaşlık” bundan daha ileri ne getirmek anlamına geliyor?

*

İpucu, yukarıda AKP’nin seçim bildirgesinden yaptığımız alıntıda. “herhangi bir etnik kimliğe referans yapmayan vatandaşlık tanımı”… Yani “Türk” bir etnik kimliğe referans yapıyor; onu yerinden edeceğiz.

Ya sonra?

*

Yanıtsız sorular da bu noktada başlıyor:


(1) Peki “Türk”ü ulusal vatandaşlığımızın adı olarak sildikten sonra, eşitlik ve güvence için, kimliklerin anayasal statüye kavuşturulması gerekmeyecek mi?

(2) O zaman her etnisitenin kendi yönetim kurumları mı olacak?

(3) Bunlar siyasette ve devlette kendilerini nasıl temsil edecekler?

(4) Bir etnik grup saydığınız Türk’lerin anadili Türkçe, şimdi olduğu gibi tek-ulusal-resmi dil olarak kalacak mı?

(5) Yoksa o da mı kaldırılacak?

(6) Madem eşitlik etniklerin eşitliği, diğer etnik grupların dilleri de resmi dil mi olacak?

(7) Bu durumda kamu hizmetlerinin de her etnik grup için ayrı ayrı örgütlenmesi gerekmeyecek mi?

(8) Türk vatandaşlığı yoksa, Türk Milleti nasıl olacak? Yurttaş, milletin yapıtaşı olduğuna göre, yapıtaşı bireyden etnik topluluğa dönüşünce “millet” de mi silinecek?

(9) Herbirimiz Türk vatandaşı kimliğimizle, Türk Milleti olarak egemenlik hakkına sahibiz. Bu kimliğimiz değişince Türkiye sınırları içinde egemenlik hak ve yetkimiz düşecek mi?

(10) Yoksa “Türk Milleti” de, Leyla Zana’nın TBMM yemin töreninde dediği gibi, “Türkiye Milleti” gibi bir şey mi olacak?

*

Yukarıdaki sorular duygudan arınmış, öngörülen değişikliğin olası sonuçlarına ilişkin gerçek sorulardır.

Gerçek-üstü olan şey, bu kimselerin, egemenliğini yarı-sömürgeleşip parçalanan bir kül yığınından çekip çıkarmış bir ulusun, egemenlik hakkından parlamenter demokrasinin dehlizlerindeki pazarlıklara boyun eğip vazgeçebileceğini düşünmek… Hem de yüz yıl önce kaderini “müdafaai hukuku milliye”, yani milli varlığını ve haklarını savunma bilinciyle belirlemiş olan bir ulusun!

Şaka mısınız siz?


[BAG, Egeekspress, 04 Ocak 2016]

3 Ocak 2016 Pazar

PRENS SABAHATTİNCİLER İŞBAŞINDA


Prens Sabahattin padişah Abdülmecit’in torunuydu; Sultanzade idi, adındaki “prens” bu özelliğini anlatır. 1906’da Teşebbüsi Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti’ni (Özel Girişim ve Yerinden Yönetim Derneği) kurmuştu. Dernek 1908 yılında İttihat ve Terakki’ye karşı duran Ahrar Fırkası’na temel oldu. Dernek gibi partisi de İngiliz düşüncesine ve parti deneyimine yaslanmıştı. 1913’de iktidara suikast girişimi nedeniyle Avrupa’ya kaçmıştı, 1924’te de hanedan üyelerinden biri olarak yurt dışına çıkarıldı. 1948 yılında İsviçre’de öldü.

*

Prens Sabahattin’in görüşleri, 31 Mart 1909 isyancılarından yine İngiliz destekli Derviş Vahdeti tarafından benimsenmişti. Derneğiyle partisine azınlıklar ile tüccarlar destek vermişti; kendisinin de benimsediği adla bunlar liberal idi. Ademi merkeziyetçilik düşüncesi bugün de aynı çizgiler tarafından desteklenir. Bu zihniyet, merkez-sağ çizgide ana damara ve merkez-sol içinde yer tutmuş kalınca bir damara yerleşmiştir. 20. yüzyıl içinde “bürokratik sosyalizm”e karşı çıkan Batı Avrupa solculuğunun eklenmesiyle, bugünkü cepheleşme tamamlanmıştır.

*

Prens Sabahattin şöyle diyordu: "Ademi merkeziyet, tevsii mezuniyet (yetki genişliği) ve tefriki vezaiften (görevler ayrılığından) başka bir şey değildir.” 

Bunu 1876 Anayasasındaki 108. Maddeyi kendine destek sayarak söylüyordu. Oysa madde ademi merkeziyeti değil, illerin idaresi nasıl olacak sorusunu düzenliyordu. Buna göre illerin yönetimi “yetki genişliği ve görev ayrılığı” üzerine kurulacaktı, bunun bireşimi yasayla belirlenecekti: “Vilayatın usuli idaresi tevsii mezuniyet ve tefriki vezaif kaidesi üzerine müesses olup derecatı nizamı mahsus ile tayin kılınacaktır.”

1913 yılında kurulan Meclis Komisyonu, tam tersine bir yorum yapmıştı. “Tevsii mezuniyet, merkezi kudretin maiyet memurlarınca kullanılmasıdır; oysa tefriki vezaif “bilakis ahaliye taalluk eder.” Yani diyordu ki yetki genişliği merkezden yönetime aittir; yerinden yönetim denen şey görevler ayrılığı ilkesinden ibaret.

*

Prens Sabahattin bu yorumla İngilizlerin kendi sömürgelerinde kurduğu düzeni öneriyordu. Aslında Osmanlı Devleti'nin burnuna 1878 Berlin Anlaşması'yla dayatılan parçalama reformlarının üstüne bir idari kılıf geçirmişti. Devlet örgütlenmesini merkeziyetçilik esasından ademi merkeziyetçilik esasına çevirmeyi, bunu da federal-esaslı-yerinden-yönetim usulüyle (özerklik) yapmayı öneriyordu. 

Karşısındakiler dediler ki, bu dediğin türden "ademi merkeziyet, Midilli'nin Sakız'ın hep birer Girit olmasıdır." Yetki genişliği verilen kısım idari memurlardır; bunlar merkeziyete bağlıdır. Tefriki vezaif konusunda ise çok dikkatli olunmalıdır. Öyle görev ayrımı yaparsın ki devlet kuvvetlenir; ama öyle yaparsın ki sonu "siyasi ademi merkeziyet", yani parçalanıp gitmek olur. 

*  

İlginçtir, ikinci dünya savaşından sonra akıp geçen yıllarda, Prens Sabahattin düşüncesi akademik dünyanın adeta kaptan köşküne yerleşmiştir. Kimi “saf akademik”, kimi “sol”, kimi “sağ” görünümlü akademisyenlerce işlenen bu düşünce, yerini şaşılacak ölçüde basit bir sınıflandırmayla elde etmiştir.

Bunlara göre merkezden yönetim (merkeziyet), devlet merkezinden ibarettir. Mülki idare denen il ve ilçeler temelindeki taşra yönetimini, bunu yaratan yetki genişliği usulünü kapsamaz. Aynı Prens Sabahattin gibi düşünürler, yaptıkları sınıflandırmada mülki idareyi yerinden yönetim sayarlar.

Elbette Prens Sabahattin anılmadan, söze yüksek bir akademik görüntü verilerek kitaplara şu acayip cümle yazılır: Denir ki, “yerinden yönetimin iki biçimi vardır: Biri yetki genişliği, öbürü yerinden yönetimdir.” Bu bilgi yıllardan beri, büründüğü “saf akademik” görüntü altında büyük tarihsel kapışmanın yerelcilik cenahını besler durur.

Bilimin temelinde sınıflandırma vardır; bu cümle de bir sınıflandırma yapıyor. Konunun derinliklerine girmeden, yalnızca cümleyi bir kez daha okumakla yetinelim: Yerinden yönetimin iki türü vardır; biri (x), diğeri (yine kendisi)! Şöyle demek gibi bir şey: Canlının iki türü vardır; bir cansız öbürü yine canlı! Sınıflandırmada tepeden tırnağa bir bozukluk olduğu aşikar değil mi? Bu “bilgi”yle canlı – cansız ayırımını yapamazsınız; canlı denen şeyin bitki, hayvan, insan türlerini bir türlü keşfedemezsiniz, vb. vb…

*
Bizim, hem tarihi hem bugünü net bir biçimde gösteren sınıflandırmamız ise şöyledir:

Merkezden yönetim biri merkezi öbürü mülki (yetki genişliği, tevsii mezuniyet) olmak üzere iki ana parçadan oluşur. 

Yerinden yönetim biri coğrafi (yerel yönetimler) öbürü hizmet (KİT'ler, üstkurullar, meslek odaları) bakımından iki türe sahiptir. 

Hem coğrafi hem hizmet yerinden yönetiminde de iki usul vardır: Biri üniter-ilkeye-göre idari vesayet usulü, öbürü federal-ilkeye- göre özerklik (yeni zamanlarda verilen adla subsidiarite) usulüdür. 

*

Bugünkü plan projeler, Prens Sabahattin'in istediği gibi şu noktalara odaklanmıştır: 

(1) mülki parçayı eritmeye, 
(2) yerinden yönetimde geçerli vesayet usulüne son vermeye,  
(3) yerinden yönetimi özerklik usulüne göre kurmaya, 
(4) merkezi parçada asgari sayıda görev-yetki bırakıp onu daraltmaya, 
(5) siyasi iktidarı yereller - bölgeler arasında paylaştırmaya. 

*
Günümüzde silahlı – hendekli özerkçilik kendisini, kendi için pek verimli olan bu arazi sayesinde basitçe “yerinden yönetimcilik” diye sunabiliyor. Bu gayret, 100 yıl önceki ortaklarca destekleniyor. Günümüzde buna harcıalem akademik bilginin sessiz sedasız ve derinden desteği eklenmiş bulunuyor. Demek ki bizim de büyük tarihsel mücadelemizde siyasal direnişi, bilimsel bilgi ve ideolojik mücadeleyle örerek yürütmemiz gerekiyor.


[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 04 Ocak 2015, buradaki yazı genişletilmiş metindir.]



O MASAYA OTURULMAZ



HDP’nin meclisteki grup başkanvekili İdris Baluken Hürriyet Gazetesi’ne ilginç bir açıklama yaptı. 27 Aralık 2015 tarihli DTK Özerklik Bildirisi karşısında AKP’nin gösterdiği tepkiden ötürü “şoktayız” dedi.

Özerklik sözü verdiler başlıklı açıklamasında "Başbakan görüşmeyi iptal etmese, bunları [verdikleri sözleri] anımsatacaktık. Biz de şaşırarak karşılıyoruz. DTK’nın sonuç bildirgesi açıklandığı zaman sanki ilk kez karşılaşmışlar gibi, kamuoyu yaratmaya çalışmaları, şoka uğramışlar gibi algı yönetmeleri, vatana ihanet ve hainlik üzerinde linçe tabi tutmaları, bizim açımızdan da son derece şaşırtıcı ve şoke edici bir tavır” diyor.

*

Bu açıklamayla birlikte başka kanıta gerek kalmadı. Türkiye, her biri durmadan halk, millet, demokrasi diyen yerli-yabancı elitlerin pazarlıklarıyla dönüştürülmeye çalışılıyor. Pazarlıklar kapılı kapılar ardında, halktan gizli yapılıyor. Pazarlık konuları bir şekilde halka açıklanınca, birbirlerine verdikleri sözleri halk karşısında savunamıyorlar. Böyle zamanlarda durumu karşılıklı “şok”a girerek idare ediyorlar.

*

Miş gibi yapmaların özeti şöyle: 

AKP milyonlarca seçmenin “çözüme tamam, tavize hayır! Türk Milleti ve üniter devlet katiyyen zarar görmesin” tembihlemesine karşılık onlara “merak etme sen” diye göz kırparken, HDP bireysel kültürel hakların güvencesini isteyen milyonlarca seçmene “aşk olsun, biz de onu diyoruz ya” diyerek saz çalıyor. 

Ama bu arada AKP, ihvancı kadrolarına “tek millet”in ümmet olduğunu fısıldarken, HDP de ayrılıkçı kadrolarına “hedefimiz egemenlik” diye mırıldanıyor. 

Adeta bir pazarlık jargonu geliştirmişler. AKP muktedirleri meydanlarda “tek millet, tek devlet”ten dem vururken HDP bundan rahatsız olmuyor. Çünkü pazarlıklarda bu sözlerin “Türk Milleti” ve “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” anlamına gelmediğini öğrenmiş bulunuyor. HDP de böyle çalışıyor. Ekranlarda konuşurken “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”nden dem vurarak ortaklarının elini rahatlatıyor. Kendisi de rahat, çünkü pazarlıkçılar bu sözün aslında “federe özerklik” anlamına geldiği konusunda anlaşmış durumdalar.

*

Ne var ki özellikle Oslo pazarlıklarının kamuoyuna mal olmasından beri yerel demokrasi çarşafı bölgecilik, federasyon, ayrılık hedeflerini gizlemeye yetmiyor. HDP ve PKK cenahı, orada burada “Kürdistan sömürgecisi TC” laflarını edip “yerinden yönetim, yerel demokrasi” masalları okuyarak yol alamaz hale geldi. Irak, İran, Türkiye, Suriye’den koparılacak toprak parçaları üzerinde dörtlü konfederasyon düşlediğini ilan ederken Türkiye’nin tümü için yerinden yönetim modeli önerdiğini söyleyen bir siyaseti ciddiye alabilecek pek kimse kalmadı.

*

Bu cenahın istediği yerel demokrasi değil, yerel iktidar. İstedikleri şey yerel yönetimlerin özerkliği değil, yerel özerklik. İl yönetimi sistemine tahammülleri yok, iller kalksın yerine bölgelere özerklikler verilsin derdindeler. Bu yolla ortadoğuda dörtlü konfederasyonlarına adım atma düşü peşinde Atlantik-destekli yürüdükleri sır olmaktan çoktan çıktı. Durum böyleyken hala “kendim için istiyorsam ne olayım, Türkiye için istiyorum” laflarına inanmamızı bekleyen kaldı mı?

*

Bu pazarlıklardan, saklı düşmanlıklardan, AKP’sinden CHP’sine kadar binbir çeşidi sergilenen aldatmaca siyasetlerden cümleten sıtkımız sıyrıldı. Bu takiyye, bu ilmi siyaset, bu makyavel zanaatkarlarının korkak pazarlıkları konusunda “ama halk farkında değil ki!” sözü de zamanını doldurdu. Artık herkes herşeyin bal gibi farkında.

“Dur bi bakalım”cılığın devri bitti. Elimizdeki saf gerçek şu ki, bu şokçularla anayasa konuşulmaz, bunların kurduğu masaya oturulmaz.


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 3 Ocak 2015]