Küreselleşme ideolojisi “başka alternatif yok” deyip işe
başlamıştı. Kaçınılmazlık, zorunluluk tekerlemeleri tutsak almada çok iş gördü.
Sonra, küreselleşme Çin’den, Rusya’dan, Afrika’dan değil Batı’dan doğru esiyordu;
biz Batı medeniyetini hedeflediğimize göre sakıncası yoktu. Ne güzel talih, biz
Batı’ya ulaşmaya çalışıp dururken, artık bunun için zahmete gerek yoktu, Batı
bize geliyordu. Nitekim TV’ler Batı ve hatta Uzak Batı’nın şubeleri olarak kuruldu.
Sky-Turk oldu, CNN-Türk oldu, hatta ekine gerek kalmadan Bloomberg oldu. Bunlara en-prestijli muamelesi yaptık; Batı
medyasının “yüksek standartları” ayağımıza gelmişti, memnun olduk.
Hatta New
York Times-Türk diye bir gazetemiz olsaydı! Gazete dediğin Uzak Batı’da
çıkıyordu, bunların Türkçeleri yayımlansa da gazetecilik neymiş bir tatsaydık!
Galiba bir ara böyle bir şey bile denendi.
*
Önceden beri öyleydi, ama küreselleşme
rüzgarı esince tartışmasız hale geldi. Akademisyenlerin en değerlileri, Batı ve Uzak Batı okullarında yetişmiş
olanlardı. Bu olanağı olmayanın altı aylığına bile olsa oralara gidip uygarlık ateşinde
ısınması şarttı. Askerin en iyisi, oralarda uzmanlık kazanmış, üstüne bir de NATO’da küreselleşme ruhuyla iyice bezenmiş
olanlardı. Yüksek yargıda olanlar ve hatta tüm mahkemeler, artık uluslararası
hukuka bağlanmıştı. Hukuk ve adaleti Avrupa
mahkeme sistemleriyle ABD yargı dünyasında bilgi-görgü artırarak öğrenmek
zorundalardı.
Aslında biz niye bu kadar uğraşıyorduk ki?
Osmanlı’nın son döneminde ordunun genelkurmay başkanlığı doğrudan Alman
askerlere bırakılmıştı; yine öyle yapsaydık! Üniversite sistemini, dünyanın en
prestijli Harvardlarına, Oxfordlarına şube kılsaydık! Ya da Harvard-Türk, Oxford-Türk gibi okullar
açılsaydı daha kolay olurdu; daha hızlı bütünleşir ve daha hızlı uygarlaşırdık.
*
Ülkede bütün yönetim, iletişim, denetim
sistemi bu halde iken, ailelerin çocuklarını Batı ve Uzak Batı’da okutmak,
yapamıyorsa İngilizce öğretim yapan okullarda okutmak gayretleri arşa
çıkmışken, siyasette temsiliyetin “milletin
bağımsız akıllarca temsili” olmasını beklemek herhalde safdillik olur. Küreselleşme
zamanında “milletin temsili”, küresel
iktidar merkezlerinin istasyonlarına uğramadan olur mu? Buna safdillik de
değil, basbayağı çağı anlamamak ve hatta irticanın yeni vücudu haline gelmek
denir.
Milleti
temsil etme ehliyeti almak, artık “küresel dünya ile teması olmak” koşuluna bağlıdır. Parti
kuruyorsan dışarıdan desteğin olacak. Siyaset yapıyorsan elçiliklerle, bunların
vakıflarıyla, illa ki birşeyleriyle bir alış-verişin olacak.
Nitekim, 1980’li yıllarda, daha önce her bakan
gözün göremediği mekanizmalar, kurumlar haline geldi. Yabancı vakıflar, en
başta Alman vakıfları, kamuoyunun
gözleri önünde başbakan iltifatlarıyla şereflendirildiler. Her siyasi görüş
için uygun bir vakıf vardı. Sağcılar için, sosyal demokratlar için, yeşiller
için…. 1990’lı yıllarda bu vakıfları, Amerikan-İngiliz
düşünce kuruluşu vakıflarıyla
derneklerinin yükselişi izledi. 2000’li yıllarda AB fonları, AB katılım anlaşmaları temelinde ortak projeler, sanayiden
üniversiteye devletin sağlık hizmetlerinden istihbarat birimlerine sınırsız “küreselleşme”mizi
sağladı. Öyle ki, artık biz-siz yoktu. 1999 Marmara deprem faciasında Türkiye’ye
gelen Clintonlara “sizi destekliyoruz” diye tezahürat
yapıyorduk. Onlar da “ah seçim burada
olsaydı ne güzel olurdu” demişlerdi.
Böyle bir çarpılma ortamında, iktidar ve
muhalefet partilerinin en tepelerinde iş görenlerin adları CIA-Stratfor belgelerinde ya da Amerikan elçiliği yazışmalarında “bağlantı kişisi”, “güvenilir etkili kişi”, “tr705” kodları verilerek
ortalığa saçıldığında, bunun sorun bile sayılmamasını niye garipseyelim ki? Garipsemeye
kalkmışsanız kulaklarınızda patlayan şu sesi duymamak ne mümkün? Gerçekçi olalım, ne yapabiliriz ki? Adamın/kadının
arkasında Amerika var!”
*
Çarpıldık. Çarpıklık devlet-siyaset
katıyla sınırlı kalmış olsa, işimiz kolaydı. Ama öyle değil. Biz de gerçekçi
olalım; teslimiyetçilik ve onun kripto
ahlakı toplumu teslim almış durumda. Çıkışımız bu bataklıktan olacak. Bu
bataklıktan çıkmak için tutunacağımız
tek dal var: Türk Ulusu’nun egemenlik hakkını savunmak. Ulusal varlığımıza,
dolayısıyla tam bağımsızlık hedefimize sıkı sıkıya sarılmak, bu kokuşmuş kripto ahlakına karşı onur savaşı
vermenin tek somut, gerçek ve biricik etkili yolu.
Mücadelemiz büyük, bir o kadar da onurlu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder