21 Ağustos 2016 Pazar

TUTSAKLARA ELVEDA DEME ZAMANI


Küreselleşme ideolojisi “başka alternatif yok” deyip işe başlamıştı. Kaçınılmazlık, zorunluluk tekerlemeleri tutsak almada çok iş gördü. Sonra, küreselleşme Çin’den, Rusya’dan, Afrika’dan değil Batı’dan doğru esiyordu; biz Batı medeniyetini hedeflediğimize göre sakıncası yoktu. Ne güzel talih, biz Batı’ya ulaşmaya çalışıp dururken, artık bunun için zahmete gerek yoktu, Batı bize geliyordu. Nitekim TV’ler Batı ve hatta Uzak Batı’nın şubeleri olarak kuruldu. Sky-Turk oldu, CNN-Türk oldu, hatta ekine gerek kalmadan Bloomberg oldu. Bunlara en-prestijli muamelesi yaptık; Batı medyasının “yüksek standartları” ayağımıza gelmişti, memnun olduk.
Hatta New York Times-Türk diye bir gazetemiz olsaydı! Gazete dediğin Uzak Batı’da çıkıyordu, bunların Türkçeleri yayımlansa da gazetecilik neymiş bir tatsaydık! Galiba bir ara böyle bir şey bile denendi.
*
Önceden beri öyleydi, ama küreselleşme rüzgarı esince tartışmasız hale geldi. Akademisyenlerin en değerlileri, Batı ve Uzak Batı okullarında yetişmiş olanlardı. Bu olanağı olmayanın altı aylığına bile olsa oralara gidip uygarlık ateşinde ısınması şarttı. Askerin en iyisi, oralarda uzmanlık kazanmış, üstüne bir de NATO’da küreselleşme ruhuyla iyice bezenmiş olanlardı. Yüksek yargıda olanlar ve hatta tüm mahkemeler, artık uluslararası hukuka bağlanmıştı. Hukuk ve adaleti Avrupa mahkeme sistemleriyle ABD yargı dünyasında bilgi-görgü artırarak öğrenmek zorundalardı.
Aslında biz niye bu kadar uğraşıyorduk ki? Osmanlı’nın son döneminde ordunun genelkurmay başkanlığı doğrudan Alman askerlere bırakılmıştı; yine öyle yapsaydık! Üniversite sistemini, dünyanın en prestijli Harvardlarına, Oxfordlarına şube kılsaydık! Ya da Harvard-Türk, Oxford-Türk gibi okullar açılsaydı daha kolay olurdu; daha hızlı bütünleşir ve daha hızlı uygarlaşırdık.
*
Ülkede bütün yönetim, iletişim, denetim sistemi bu halde iken, ailelerin çocuklarını Batı ve Uzak Batı’da okutmak, yapamıyorsa İngilizce öğretim yapan okullarda okutmak gayretleri arşa çıkmışken, siyasette temsiliyetin “milletin bağımsız akıllarca temsili” olmasını beklemek herhalde safdillik olur. Küreselleşme zamanında “milletin temsili”, küresel iktidar merkezlerinin istasyonlarına uğramadan olur mu? Buna safdillik de değil, basbayağı çağı anlamamak ve hatta irticanın yeni vücudu haline gelmek denir.
Milleti temsil etme ehliyeti almak, artık “küresel dünya ile teması olmak” koşuluna bağlıdır. Parti kuruyorsan dışarıdan desteğin olacak. Siyaset yapıyorsan elçiliklerle, bunların vakıflarıyla, illa ki birşeyleriyle bir alış-verişin olacak.
Nitekim, 1980’li yıllarda, daha önce her bakan gözün göremediği mekanizmalar, kurumlar haline geldi. Yabancı vakıflar, en başta Alman vakıfları, kamuoyunun gözleri önünde başbakan iltifatlarıyla şereflendirildiler. Her siyasi görüş için uygun bir vakıf vardı. Sağcılar için, sosyal demokratlar için, yeşiller için…. 1990’lı yıllarda bu vakıfları, Amerikan-İngiliz düşünce kuruluşu vakıflarıyla derneklerinin yükselişi izledi. 2000’li yıllarda AB fonları, AB katılım anlaşmaları temelinde ortak projeler, sanayiden üniversiteye devletin sağlık hizmetlerinden istihbarat birimlerine sınırsız “küreselleşme”mizi sağladı. Öyle ki, artık biz-siz yoktu. 1999 Marmara deprem faciasında Türkiye’ye gelen Clintonlara “sizi destekliyoruz” diye tezahürat yapıyorduk. Onlar da “ah seçim burada olsaydı ne güzel olurdu” demişlerdi.
Böyle bir çarpılma ortamında, iktidar ve muhalefet partilerinin en tepelerinde iş görenlerin adları CIA-Stratfor belgelerinde ya da Amerikan elçiliği yazışmalarında “bağlantı kişisi”, “güvenilir etkili kişi”, “tr705” kodları verilerek ortalığa saçıldığında, bunun sorun bile sayılmamasını niye garipseyelim ki? Garipsemeye kalkmışsanız kulaklarınızda patlayan şu sesi duymamak ne mümkün? Gerçekçi olalım, ne yapabiliriz ki? Adamın/kadının arkasında Amerika var!”
*
Çarpıldık. Çarpıklık devlet-siyaset katıyla sınırlı kalmış olsa, işimiz kolaydı. Ama öyle değil. Biz de gerçekçi olalım; teslimiyetçilik ve onun kripto ahlakı toplumu teslim almış durumda. Çıkışımız bu bataklıktan olacak. Bu bataklıktan çıkmak için tutunacağımız tek dal var: Türk Ulusu’nun egemenlik hakkını savunmak. Ulusal varlığımıza, dolayısıyla tam bağımsızlık hedefimize sıkı sıkıya sarılmak, bu kokuşmuş kripto ahlakına karşı onur savaşı vermenin tek somut, gerçek ve biricik etkili yolu.

Mücadelemiz büyük, bir o kadar da onurlu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder