29 Eylül 2016 Perşembe

MİLLİ EĞİTİM İÇİN MÜCADELE


Ülkemizin milli eğitim sistemi, 1980’li yıllarda Dünya Bankası’nın patronluğuna teslim edilmişti. Bu kurumun uzmanları, ellerine tutuşturulmuş neoliberal şablonla, Türkiye dahil dünyanın “güney ülkeleri” denen azgelişmişlere eğitim sistemi biçip durdular.
Bunların projeleri uygulanırken, teğellemeyi Avrupa Birliği üstlendi. Türkiye’de 1990’lı yılların sonunda sahneye çıkan AB, yerli meftunlarının canhıraş çabaları sayesinde dev adımlarıyla yürüdü. Aynı 1950’lerde ABD’lilerin Talim ve Terbiye Kurulu koltuklarına kurulduğu gibi, “müfredat” dediğimiz eğitim programlaması dahil, alana dalarak en yüksek makamlara oturdu.
Vurgulamak gereksiz olmaz. Böylece milli eğitim sistemimiz, doğrudan doğruya, Türkiye’nin hatıralarında ‘düveli muazzama’ diye yer etmiş olan emperyalizmin açık yönetimine teslim edildi. Giderek ar damarı çatladı. Ortalık açıkça “bundan daha doğal ne olabilir ki?” diyebilen işbirlikçi ve teslimiyetçilerle doldu. Küresel dünyayla entegrasyon ancak böyle olurdu! Bunun ‘çağdaş medeniyet seviyesi için şart’ olduğunu söyleyen art niyetli ya da şaşkın destekçileri bile oldu.
Temizlenmesi gereken birinci büyük engel mevcut sömürge eğitimidir. Buna karşı ‘milli eğitim’in millileştirilmesi amacına odaklanmış bir Milli Eğitim Mücadelesi vermemiz gerekir.
*
Sömürgeciler milli eğitimi özelleştirme politikasıyla teslim aldılar; bunu birlikte yürüdükleri küresel sermaye beslemesi liberaller, dinci cemaatler ve yerelci-etnikçi güçlerle ittifak halinde gerçekleştirdiler. Tek-tip değil, çeşitli ve çeşitlilikçi eğitim diye yola çıktılar. Ders kitaplarında çeşitlenme, okul giysilerinde çeşitlenme, okul tiplerinde çeşitlenme… okul sahipliğinde devlet tekelinin kırılması, eğitimin özelleştirilmesi gibi bir çizgide yürüdüler.
Bunun anlamı, eğitimin “piyasa”ya devredilmesiydi; elbette sermaye ve şirketlerin bayramı oldu. Ama bir an durup düşünmemiz gerekir. ‘Piyasa’ dediğiniz şey nedir? O ‘hür teşebbüs’tür; serbest girişimdir; evet, tanımında salt para – kâr hırsı vardır. Ama bu hırs hırkasını sırtına geçirmiş olarak iktidar ve egemenlik savaşı yürüten küresel – misyoner/cemaatler ile yerel – etnikçi/cemaatleri görmemizi engelleyen ne var?
Yaşadığımız bunca deneyimden sonra hiçbir engel kalmadı. Gerçekte ‘kamusal görev’ olan eğitim, artık yalnızca bir ‘iktisadi sektör’. Ve fazlası da var. ‘Milli eğitim’ sömürgecilerin kurallarına terk edilirken, cemaat okulları dershanelerle başlayıp okul-öncesi eğitimden üniversitelere kadar dallanıp budaklandı. Yerel dillerde özel eğitimi kurumu/okul açmak, etnik-ırkçılığın mevzilerinden biri oldu. Eğitim artık siyasal iktidar kavgasının açık arenası.
*
Milli eğitimin sömürgeleştirilmesi, hem bugünü hem de yarını tehdit ediyor. Ulusça yıllık üretimimizin giderek daha fazla bölümünü eğitime ayırıyoruz. Cepten harcamalarımız giderek daha fazla oluyor. Ama elde ettiğimiz sonuç başarısızlık. Hem de bizim ölçülerimizle değil, sömürgecilerin ölçüleriyle de…
Herkes biliyor ki, 17 milyon ilk, orta, lise öğrencisinin yalnızca 1,4 milyonu üniversitede. Bu sayıyı açık öğretimle 5 milyon diye göstermenin kimseye bir yararı yok. Herkes farkında ki, son yıllarda orta ve lise öğrencileri arasında okuldan ayrılıp açık-liselerde öğrenciymiş gibi görünenlerin oranı yüzde 25’e yükseldi. Eğitimin sömürgeleştirilmesi, diploma denen belgeyi, bir uygunluk ve yeterlik nişanesi olmaktan çıkarıyor. En önemlisi, ceketimi satar, seni yine de okuturum diyen babalar, hem sisteme hem de bu söze artık kuşkuyla bakıyor. Durumu kavramak için yalnızca bu iki göstergeye bakmak bile yeterlidir.
*

Bizim, gerçek bir Milli Eğitim İçin Mücadele hedefine bağlanarak örgütlenmeye ivedi ihtiyacımız var. Eğitim sendikalarından bunu yapabilecek olan var mı? Siyasal partilerden bu öncülüğü üstlenen var mı? Belki en iyisi, direnişin ve yeniden kuruluşun önderliğinde de yerini alacak bir halk dayanışması… 

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 28 Eylül 2016)

26 Eylül 2016 Pazartesi

ALTIN NESİLDEN DEMOKRASİ NESLİNE…


İlköğretim 4. Sınıf öğrencisinin ders kitabı. Kitabın adı İnsan Hakları, Yurttaşlık ve Demokrasi. Bu kitabı ve ilköğretim ile ortaöğretimde okutulan ders kitaplarının içine düşürüldüğü rezaletleri, eğitimci Mahiye Morgül’den öğrendim. Kendisi pedagojik bir rapor hazırlamakla kalmamış, durumu ilgili kurumlara bildirdiği gibi bu ve benzeri “ders” kitaplarını yargıya taşımış bulunuyor.
*
Kitabın künyesine göre birinci yazar, Editör Dr. Mehmet Ülger. İkinci yazar Dil Uzmanı İbrahim Demirci. Kitapta kim ve hangi kurumlardan oldukları hakkında hiçbir bilgi yok. Künyede “masalları Yücel Feyzioğlu tarafından derlenmiş ve kaleme alınmış olup yazarlar tarafından … gözden geçirilmiştir” deniyor. İlk bakışta birlikte çalıştıkları sanılsa da, anlaşılan “yazar”lar ünlü masal yazarı Feyzioğlu’yla birlikte çalışmamış, onun çalışmalarını (izinle?) kullanmışlar.
*
Kitapta adı “ünite” olan 6 bölüm var. Her ünite işini birkaç masal üzerinden görüyor. Dersin 6 ünite halinde ve her birinin masallar temelinde işlenmesi, bakanlığın program çerçevesinde öngörülmüş bulunuyor. Bu kitap da ona göre yazılmış. Masalı okuyan öğrenci, masaldan hemen sonra masalın ait olduğu halk hakkında bilgileniyor.
Gelin görün ki, kitapta masalın ait olduğu halk, ‘kültür’ ile ilgili söz yok; bunun yerine kitap boyunca siyasi statüler var.
Bir Başkurt masalından sonra Başkortostan Özerk Cumhuriyeti, bir başkasından sonra Uygur Özerk Bölgesi, bir başkasından sonra Dağıstan Özerk Cumhuriyeti, Altay ve Tuva Özerk Cumhuriyetleri arasında yer alan Hakas Özerk Cumhuriyeti, vb başlıkları açılmış… Öğrenci masalın ardından bu özerk bölge ve cumhuriyetleri öğreniyor. Kitabın sonundaki sözlükte de elbette “özerk cumhuriyet” sözü ve anlamı yer alıyor.
Kitapta Kosova da var, Sancak bölgesi de, Makedonya da… Şu cümle kitaptan:Makedonya coğrafyası, bugün üzerinde Makedonya Cumhuriyetinin kurulu olduğu coğrafya ile sınırlı değildir.” Yaşı henüz 10 olan çocuk bu bilgiyle ne yapacak dersiniz?
Kırk günün beyliği adlı bir masalın “Kars’tan Urfa’ya kadar Kürtler’i anlattığı söyleniyor; adeta coğrafi sınırlar çiziliyor. Başka bir masaldan sonra –masalla ilgisi yok ama- Terekemeler tanıtılıyor. Kitapta Çuvaşlar da var, bu Türk kökenli halkın Hristiyan oldukları bilgisi de…
*
Bu “yurttaşlık” kitabının içinde herşey ve her etnisite var. Ama bu kitaba bakarsanız dünyada Türkiye diye bir ülke yok, Anadolu ve yanı sıra Mezopotamya var. Trakya-Anadolu coğrafyasında sanki Türkiye olmadığı gibi, buralara denk düşen yerlerde Türklerden ve özellikle Türk Milleti’nden de en küçük bir iz yok.
Anafikir siyasal-idari özerklik. Kitap bunu Rusya, Balkanlar ve Çin’deki Türki toplulukları örnek göstererek yapıyor. Özerklik fikrini ve özerkçi tutumu çocukların beyinlerine ‘Türkçülük’ görüntüsü eşliğinde kazıma kurnazlığı, kurnazlığın bu derecesi, insanın midesini kaldırıyor.  
Bu içeriğe bir de, Mahiye Hoca’nın raporunda kanıtlarını döktüğü sağlıklı çocuklarda özel öğrenme güçlüğü yaratmak anlamına gelecek akış, anlatım, yazım, desen, perspektif yanlışları eklenince, ortaya adeta gelecek kuşaklarımızı hedef almış bir operasyon görüntüsü çıkıyor.
*
Bu kitap ve ilgili MEB kursları, GenerationDemocracy [Demokrasi Nesli] Project ürünleri. Ömer Dinçer’in bakanlığında, 2011-2014 arasında ederi topu topu 9 milyon avro için başlayan bir garabet.
Resmi adı “Demokrasi Kuşağı” olan Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Projesi, aslında Avrupa Konseyi’nin CM/Rec(2010) sayılı tavsiye kararının parçası. Bizden başka 27 ülkede daha yürütüldü. Bu işi yapanlardan şaşırıp “proje yerli ve milli” demeye kalkışan olursa, bu işlerin AB’li ve gayrımilli kimliğini görmelerine yardımcı olmakta yarar var.
*
Mahiye Hoca’nın Milli Eğitim İçin Mücadele’sinde başka ders kitapları da var.

Ederi AB parası avroyla 9 milyon ve içerikleri kadar yöntemleri de düşmanca olan bu ve benzeri ders kitapları, başta eğitim sendikaları olmak üzere velilerin ve elbette siyasal partilerin acil ilgisini bekliyor.
(BAG, Aydınlık Gazetesi, 25 Eylül 2016)

19 Eylül 2016 Pazartesi

“DİLİ TÜRKÇEDİR”: BU İFADEDE 3 SIFAT VAR


Türkiye’nin anayasasını topyekün değiştirme sevdasına kapılanlar vardı. Halâ var. Bir de, soğukkanlı ve hukuksal aklın temsilcileriymiş gibi öneriler geliştirenler…
Bu iki kesimden, ama en dikkat çekici olarak ikincisinden gelen bir öneri, çok dikkate değer(di).
Şöyle dediler: “Anayasa’nın madde 3’ünde ifade bozukluğu var; anayasa gibi temel metinlere yakışmayan bir bozukluk; düzeltilmesi iyi olur.”
*
İddialarına göre Madde 3’teki ifade bozukluğu “Dili Türkçe’dir” şeklindeki cümledeydi. Akil adam havasındaki öneri sahipleri “kimin dili? neyin dili? bu cümlenin öznesi yok” diyorlardı.
Oysa ifadenin tam hali “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” biçiminde...
Kendilerine bu söylenince de şöyle demişlerdi: “A, evet, doğru! Ama yine de bu kendi başına bir cümle olarak ele alındığında öznesiz gibi duruyor. Öznesini cümlesine koymak ve ifadeyi daha net hale getirmek iyi olur.”
*
Önerilerinin, konunun özüyle değil doğru anlatım biçimiyle sınırlı olduğunu ileri süren öneri sahipleri, cümleye özne de önerdiler. Onlara göre en doğru ifade şöyle olurdu: “Resmi dili Türkçedir.”
Bu kimselerin “yalnızca ifade bozukluğunu giderelim diye…” derken samimi olup olmadıklarını bugüne dek çözemedim. Ciddi adamlar idiler. Hatta bazıları, geçmişte hukuk bilgilerine sık sık başvurduğumuz kişiler arasında yer almış siyasetçilerdi.
Gelin görün ki durum adamlardan daha ciddi.
Çünkü önerileri bir “ifade bozukluğu”nu düzeltmiyor. Aksine, doğrudan özü değiştiriyor; onları da ulusal ve üniter devlet yapısını değiştirmek isteyenler cephesine savuruyor.
*
Şimdiki yazılış biçimine göre yorumlandığında, Anayasa’nın 3. Maddesi bize Türkçenin 3 sıfatı ve statüsü olduğunu söylüyor: (1) Devletin dili –devlet dili- Türkçedir; (2) Ülkenin dili –resmi dil- Türkçedir; ve (3) Milletin dili –ulusal dil- Türkçedir” diyor.
Öneri sahibi ise önerisiyle Türkçe’nin devlet dili ve ulusal dil sıfatlarını siliyor; Türkçeyi yalnızca resmi dil sıfatıyla sınırlandırıyor.
*
Resmi Dil – Devlet Dili ayırımı, farklı dillerin kabul edildiği federasyon tipi devletlerde ayrı statüleri anlatır. En açık örneği, kuzeydeki komşumuz Rusya’da Sovyetler Birliği döneminde ortaya çıkmıştı. SSCB sistemi, Rusçayı ülke genelinde resmi dil olarak tanımlamıştı. Devlet dili sıfatı/statüsü ise, örneğin Kırgızistan’da Kırgızcaya yada Gürcistan’da Gürcüceye, yani alt kademeyi oluşturan federe devletlerde kullanılacak dillere verilmişti. Bu ayırma, dünya literatüründe de kabul gördü.
Öyleyse, Anayasa’ya “resmi dil Türkçedir” gibi bir ifade yerleştirmenin sonucu açık değil mi? “Devlet dili” sıfatını açığa çıkarıp daha sonra kullanılmak üzere askıya bırakarak, federasyon meraklıları için tam bir yol temizliği!
*
Ulusal dil, yerel –etnik diller ile birlikte düşünülmesi gereken bir sıfat. Anayasa’dan Türk Milleti’ni ve onun egemenlik hakkını silmeye yönelmiş siyasetlerin aldıkları mesafe malum. Bölgesel özerklik isteyenlerin, her bölgede [devlet dili ayarında] “bölgesel dil”in kabul edilmesini dayattıkları da sır değil. Bunu yapanların “çokkültürcü / çoketnikli / çokmilletli” bir siyasi yapı için uğraştıklarını sağır sultan bile duydu.
Böyle bir dönemde, Türkçeden ulusal dil sıfatını almanın sonuçları belli değil mi? Türkçeye ait olan ulusal dil statüsünü boşluğa atmak, ulusal devletin yerine çok-milletli yamalı bohça bir siyasal düzeneğe zemin hazırlamaya yarar, başka birşeye değil!
*
Anayasa’nın 3. Maddesinde “ifadesi bozuk” denen hüküm, Türkçe’nin resmi dil, devlet dili, ulusal dil biçiminde üçlü statüye sahip olduğunu gösteren; kökleri derin; kapsamı net; doğru bir ifadedir.

İfadede sorun yok. Olduğunu söyleyenlerin bilgileri mi eksik yoksa niyetleri mi bozuk, bu olasılıkların üzerinde durmak daha isabetlidir.


18 Eylül 2016 Pazar

ÇIKIŞ YOLU İDARENİN BÜTÜNLÜĞÜ


Avrupa Topluluğu “Birlik” olduğundan ve Türkiye de bu birliğe üye olacak sahte vaadi ortalığa düştüğünden beri, Avrupalılar bizden durmadan ‘reformlar’ istediler.

Aslında Avrupalıların reform istekleri daha 1800’lü yıllarda başlamıştı. Şu reformlar denen şey konusunda iki yüzyıllık antremanları vardı. Bu durumda bizim de epeyce şerbetlenmiş olmamız gerekirken, ‘reform’ sözü karşısında akılcı uyanıklık sergileyen kimselerin sayısı gerektiği kadar çok olmadı.

*

Son dönemde idari reform isteği AB’nin katılım ortaklığı belgelerinde yer aldı. Ama AB belgelerinden hiç de aşağıya kalmayacak ölçüde, bizim de üyesi olduğumuz AK –Avrupa(lılar) Konseyi, hep önde saf tuttu.

AK bünyesinde kurulmuş olan ve bizim yine temsilci bulundurduğumuz Avrupa Bölgesel ve Yerel Yönetimler Kongresi (ABYYK) adlı yapı, Türkiye raporlarında ne reformlar istemedi ki!

*

AKBYYK önerilerinden biri, yerel yönetimlerin özerklik esası temelinde kurulmasıydı.

Bunun için birkaç iş yapılmalıydı. İşlerin tümü Anayasa değişikliği gerektiriyordu.

İlk olarak, Anayasa’da Türkiye’de devletin idarenin bütünlüğü ilkesi temelinde kuruluşu öngörülmüştü; bu laf silinmeliydi.

İkincisi, idarenin bütünlüğü, merkezi yönetime yerel yönetimler üzerinde denetim yetkisi verilmesinin nedeniydi. Bu denetim yetkisine idari vesayet adı verilmiş bulunuyordu. Anayasa’dan idari vesayet adlı kurum silinmeliydi.

Üçüncüsü, silmelerden sonra, bir de yazma işlemi yapılmalıydı. Anayasa’da devletin/idarenin kuruluş ilkesine subsidiarite (yerellik) ilkesi esastır hükmü koyulmalıydı. Ne vardı ki! İşte Fransa, Osmanlı’dan bu yana Türkiye’nin örnek aldığı ülke, Fransız Anayasası’nı böyle değiştirmişti. Türkiye’ye düşen de buydu; böylece yerel demokrasi yükselecek ve özgürlükçü demokrasi şahlandırılmış olacaktı.

*

Avrupacı reformculuk, ülkemizin irili ufaklı hemen tüm partilerinde karşılık buldu.

“Aşırı merkeziyetçilik” halinden şikayetlenme, Avrupacı cephenin göstergelerinden biri oldu.

“Ademi merkeziyetçi” bir yönetim sistemi kurulacağı sözü de öyle.

Bizim yerel yönetimlere değil “yerel parlamentolara ihtiyacımız var” sloganları da…

Avrupacı reformculuk sloganlarda kalmadı. İl özel idaresi valilik emrinde; yerel demokrasi eksik, kaldıralım diyen ve ülkenin 30 ilinde il özel idarelerini kaldıran 2012 tarihli yasa değişikliği, Avrupalıların reform isteklerine verilen olumlu yanıttan başka bir şey değildi.

*

Avrupalı reformculuk, neredeyse noksansız bir başarıya gidiyordu. Anayasa-değişikliği yada yeni-anayasa ile devletin/idarenin kuruluş ilkelerini değiştirme hedefine az daha varıyordu.

Onlara göre Anayasa’nın Başlangıç bölümü buram buram merkeziyetçi idi. Bu bölüm değiştirilip uygun bir yerine ‘subsidiarite’ yazılacaktı. Madde 123’te idarenin bütünlüğü, Madde 127’de idari vesayet silinecekti.

Canlarını sıkan şey, Anayasa’daki ilk dört maddeydi. Çünkü orada Madde 3 vardı ve “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” diyordu. Reformcuların istediği herşey, bu iki cümledeki 10 sözcüğe çarpıp tuzla buz oldu.

Bu noktada ilk dört madde de değişsin, ne yani Allah’ın emri mi bunlar! diye bağrışanlar devreye girmiş; bunlar ilk dört maddede ifade bozuklukları var, düzeltelim canım!” diyerek Avrupacılara kapıyı içeriden açmaya kalkışanlarla güçlenmişlerdi.

Öylece kaldılar; olmadı!

*

Yapamadılar. Anayasayı değiştirip Türkiye’yi eklem yerlerinden kırmayı beceremediler.

Çünkü Türkiye, önceki kuşakların büyük bir isabetle saptadıkları gibi, “taklid değil tekâmül yasalarına bağlı” olan ülkelerden biri. Gücümüz, irademizin yanı sıra işte tam burada saklı.

Biz tarihimizden biliriz. Yerel halkı ezen her türlü yerelcilik, ayrılıkçılıktan ve maddi – manevi yağmacılıktan başka hiçbirşeye hizmet etmez. Merkezileşme ve Cumhuriyet nasıl vakıfçı ayan-eşraf-cemaat egemenliği devrini kapattıysa, günümüzde, otuz yıl önce küreselcilikle gelen yeni-derebeyleşme dönemi de kapanacak.

“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bir bütündür. Dili Türkçedir”. Geleceği yönetmenin güvencesi, bu anayasal cümlenin ta kendisi…


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 18 Eylül 2016]


17 Eylül 2016 Cumartesi

BELEDİYELER, PKK ve CİAMAT’lar


Türkiye’de partilere ve idari birime göre belediye sayısı aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi. Bu tablo, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde ortaya çıktı.

Belediyelerin (belediye başkanlığı) yüzde 60’ı AKP’de. Büyük ya da küçük çok fark etmiyor; AKP payı tüm yerleşmelerde bu civarda geziyor.

Belediyelerin %17’si CHP’nin, %12’si MHP’nin.

Toplam belediyelerin %7’si, seçime BDP –Barış ve Demokrasi Partisi adıyla giren ve aynı yıl adını DBP –Demokratik Bölgeler Partisi diye değiştiren, milletvekilleri bakımından ise seçmenine kendini HDP –Halkların Demokrasi Partisi adıyla sunan etnikçi partiye ait.

2014/2016
BELEDİYE SAYISI
BŞB
BŞB İLÇE
İL
İLÇE
BELDE
AK PARTİ
843
18
326
30
250
219
CHP
232
6
102
8
55
61
MHP
166
3
46
5
56
56
BDP (=DBP)
96
3
43
7
21
22
DİĞER
60
0
2
1
18
39
TOPLAM
1397
30
519
51
400
397

"Diğer" başlıklı bölümde Bağımsız’ların yanısıra SP –Saadet Partisi, DSP –Demokratik Sol Parti, TKP -Türkiye Komünist Partisi gibi farklı yapılar toplamı yer alıyor. Bunlar belediyelerin %4’ünü almış bulunuyorlar.

*
Belediye sayısı ve yapısı, 2012 yılında değiştirilmişti.

Büyükşehirlerin sayısı 16’dan 30’a çıkarıldı. Bunların görev alanları illerin genişletilmiş merkezleri iken büyütülüp il sınırıyla çakıştırıldı. Bu işlemle birlikte 30 ilin tüm köyleri ve belde/kasaba belediyeleri mahalle haline getirilip tüzelkişilikleri yok edildi.

Büyükşehir olmayan illerde de değişiklikler yapıldı. Nüfusu 2000’den az belediyelerin kapılarına, ya birleştirilerek ya da köy yapılarak kilit vuruldu. Sonuçta belediye sayısı bir anda neredeyse yarıya düşürülerek 3225’ten 1397’ye indi.

*
Türkiye’nin bünyesi gerçekten sağlam.

2012 sonbaharında bu karar alınıp 2014 ilkbaharında uygulamaya geçirildi ve hiç de yer yerinden oynamadı. Ne karar alınırken ne de uygulamaya geçirilirken herhangi bir tepki oldu. Tersine, köylerle belde belediyeleri “büyükşehir olunca rant artar, hizmet gelir” beklentisiyle, ilçe belediyeleri “tüm kırsal rantı da biz yöneteceğiz” düşüncesiyle yapılanlara sessiz alkış tuttular.

Ölçek büyüdü. Yerel yönetim yerel halktan dev adımlarıyla uzaklaştı. Hemen hiç kimse “yerel demokrasi kırılıyor” demedi. Siyasetin dilinde “etkinlik”, toplumsal kesimlerin dilinde açığı “rant” örtülüsü “hizmet” beklentisi, herkese yerel demokrasiden daha tatlı geldi.

Kaldı ki belediyelerde “hizmetleri (görme değil) gördürme yetkisi”, yani taşeronlaşma iyice yerleşip yaygınlaşmıştı ki, yetkisi alınan geniş rant alanlarının suyunu çıkarmak için alet edavat zaten hazırdı.

*

O yerel rantiyenin bir bölümü siyasetten azade saf kâr peşinde koşarken, Türkiye’nin başına belâ olan “C” tipiyle PKK tipi yapılar, bu sistemden kendi siyasal amaçları için dolu dizgin yararlandılar.

Bunlarla ilişkileri nedeniyle başkanları görevden uzaklaştırılmış 28 belediyeyi, şimdi İçişleri Bakanlığı tarafından görevlendirilen vali yardımcıları ve kaymakamlar yönetiyor. Olasıdır ki bu tür görevlendirmeler artacak. Hukuken sorunu olmayan, siyaseten çok gecikmiş doğru bir önlem.

*

Gelin görün ki bu önlem yalnızca bir pansuman, tedavi değil.

Tedavi, belediyeleri gerçek birer kamu kurumu haline getirmek. Yerel rantiyeye değil yerel halkın yönetimine ve merkezi idarenin gerçek denetimine teslim etmek. Bunun için en başta taşeronlaştırmaya son vermek. Sistemi kurarken AB ne der; Amerikan büyükelçisi kızar mı; yerli-yabancı büyük şirketler küser mi… kaygıları yerine, ulusal birliğin ve yerel halkın ihtiyaçlarına odaklanmak.

Aksi halde belediyelerin, orada PKK’nın şurada “Ciamat”ın elinde oyuncak olmasına son vermek pek güç.

[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 15 Eylül 2016]

14 Eylül 2016 Çarşamba

KAYYIM DEĞİL GÖREVLENDİRME


Basın yayın organları “28 belediyeye kayyım atandı” haberleri veriyorlar. PKK ve FETÖ için iş gördüğü belirlenmiş belediyelerde İçişleri Bakanlığı tarafından görevlendirmeler yapılması kastediliyor.

Aslında doğru sözcük kayyum değil, kayyım. Yanlış o kadar yaygın ki, Google taramasına kayyım yazdığınızda size “kayyuma bakıyorum” uyarısı geliyor.

Etimolojik sözlüklere göre her ikisi de Arapçadan gelen sözcüklerin “u”lusu sonsuz, kalıcı, Allah’ın sıfatlarından biri anlamına gelirken, “ı”lısı “bekçi, bir şeyi vekaleten yöneten” anlamına geliyor. Bizim sözcük “ı”lı olan.

*

Kayyım, adli yargının ve özellikle de medeni hukukun kurumu. Bu anlamda artık sözcük değil, bir terim. Bir işin görülmesi, bir malın yönetilmesi için sulh mahkemesince atanan kişi anlamına geliyor. Bir kimseye ya da heyete “kayyım” yetkisi, sulh hukuk mahkemesindeki yargıçlar tarafından veriliyor. Sulh hukuk, idari değil adli yargı mahkemesi. Mahkeme bu tür işlerin yürütülmesi için illerde defterdarlar, ilçelerde mal müdürlerinden yararlanıyor.

Belediye ise, malum, şirket ya da gerçek kişi değil, bir kamu kurumu. Kişiler gibi miras ilişkileri de yok, şirketler gibi iflas hakkı da. Söz konusu görevlendirmeler sulh hukuk mahkemelerince değil, doğrudan “idare” içinden İçişleri Bakanlığı ve valiliklerce gerçekleştirildi.

Kısacası, görevlendirmeler piyasa işine değil devlet işine bakmak üzere yapıldığına göre, bunlara “kayyım” demek doğru değil.

*

İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı işlem “görevlendirme”.

Genel kural olarak, bir belediye görevden uzaklaştırılmışsa, belediye meclisi bunun yerine kendi içinden birini seçerek görevlendirir. Bu eskiden beri böyle. Şimdiye kadar açık biçimde düzenlenmemiş olan nokta, suçun terörle ilişkisi olması durumunda idarenin nasıl davranacağı konusuydu. Dolayısıyla genel kural, bu tür suçlar için de geçerli sayılıyordu.

Geçtiğimiz ay bu eksik giderildi. Belediye yöneticisine atılı suç eğer “terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık” ise, bu durumda yeni görevlendirme yetkisi o belediyenin meclisine değil, doğrudan İçişleri Bakanlığına ve valiliklere verildi. Bu düzenleme, Belediye Kanununa 15 Ağustos 2016 tarihli OHAL/674 Kararnamesiyle getirildi ve ilk olarak 28 belediye için uygulandı. Görevlendirmelerin tümü, halihazırda vali yardımcısı ya da kaymakam olarak çalışan mülki idare amirleri arasından yapıldı.

*
Kayyım, miras – icra – iflas gibi işlemleri olan özel şirketler ve kişiler dünyasının kurumu. Devlet ise ya hiyerarşi ve yetki devriyle işleyen bir sistem. Belediyeler de bu sistemin içinde. Özellikleri, KİT’ler gibi kendi tüzelkişiliklerine sahip olmaları. O nedenle İçişleri Bakanlığının yaptığı işlem atama da değil görevlendirme.

28 belediyeye yapılan görevlendirmeler, anayasadaki ‘idari vesayet kurumu’ çerçevesinde olan, yasal olarak uygun bir işlem.

*
CHP yönetiminin “bu işi OHAL kararnamesiyle yapamazsınız, yasayla yapmalısınız” biçimindeki itirazı samimi değil. Çünkü AKP’nin bu öneriyi getirdiğini, kendilerinin karşı çıktıklarını, AKP’nin önerisini geri çektiğini, sonra bunu kararnameyle yaptığını kendileri söylüyor. Doğru tavır, meclise getirilen öneri üzerinde çalışmak ve belediyeleri kendi amaçları için kullanan yıkım aktörlerine karşı topyekun mücadele verildiğini göstermek olurdu.

*

Doldurulması gereken boşluklardan daha önemlisi dönülmesi gereken yanlışlar.

--Örneğin hizmetlerin gördürülmesi adı altında yapılan taşeronlaştırma uygulamaları.

--Örneğin büyükşehirleri tüm ilin belediyesi haline getiren ‘bütünşehircilik’.

--Örneğin liberallik perdesi altında ‘küçük devlet’, demokratlık görüntüsüyle ‘ademi merkeziyet’, egemenlik hakkını Amerikan PKK ile Fetullah kuvvetlerine devredip dağıtacak etnikçi ‘eşit vatandaşlık’ siyasetleri.

‘Görevlendirmeler’in nihai başarısı, bu yanlışlardan dönmeye bağlı.


*Bugün 14 Eylül. Bergama’nın düşman işgalinden kurtuluş yıldönümü, kutlu olsun.


(BAG, Aydınlık Gazetesi, 14 Eylül 2016)







13 Eylül 2016 Salı

CHP 93 Değil 97 Yaşında!


Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) resmi makamları, geçtiğimiz hafta CHP’nin kuruluşunu kutladı. Kamuoyuna “93. Yaşınız Kutlu Olsun” mesajları attılar.

Oysa CHP bugün 97 yaşında. Yüz yaşına yalnızca 3 yıl var.

*

CHP’nin kuruluş ya da doğum tarihi, doğrudan Mustafa Kemal Atatürk tarafından, 1927 yılında kayda geçirilmişti. Hem de CHP’nin Büyük Kongre açılış konuşmasıyla:

“Efendiler, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın büyük kongresini açıyorum. Fırkamız geçen ızdırap seneleri içinde milletimizin hayatı ve şerefi için gösterdiği yüksek azim ve iradenin mümessili olarak bundan dokuz sene evvel meydana çıkmıştı. Bütün Anadolu ve Rumeli’ye şamil olmak üzere ilk umumi kongremiz Sivas’ta akd edilmişti…..
“Gerçi o zaman kullandığımız unvan ile bugünkü unvan arasında fark vardır. Fakat teşkilat, esas itibariyle mahfuz kalmıştır ve bugün siyasi fırka halinde tecelli eden mevcudiyete mebdei teşkil etmiştir. … Binaenaleyh diyebilir ki bugün küşadı ile müftehir olduğum büyük kongremiz Sivas Kongresi’nden sonra teşkilatımızın ikinci büyük kongresi olmuştur……”

Nitekim bundan sonra CHP’nin tüm kurultayları sıra sayısı, kuruluşunun da gerçekleştiği Sivas Kongresi (1) olmak üzere verilmişti.

ARMHC’den CHP’ye dönüşüm, tarihsel belge niteliğine sahip kararlarla oldu.

Örneğin ARMHC Reisi unvanına sahip olan Mustafa Kemal Paşa 1922 yılında Meclis’teki MHC üyeleri bundan sonra ‘halk fırkası’ adıyla çalışacaklardır diyen bildiri yayınlamıştı.

Bundan bir yıl sonra, 9 Eylül 1923’te Halk Fırkası tüzelkişiliği resmen oluşturulduktan yaklaşık iki ay sonra, 20 Kasım 1923 tarihli ve İsmet İnönü imzalı, tüm ARHMC teşkilatları bundan böyle Halk Fırkası’dır diyen bir genelge çıkarılmıştı.

Kısacası CHP, kiralık bir binada ve masa başında hazırlanan tüzüğün valiliğe tesciliyle kurulmamıştır.

Parti bugünkü 97. yaşına önce 4 Eylül 1919’da ARMHC, sonra 9 Eylül 1923’te Halk Fırkası, daha sonra 10 Kasım 1924’te CHF ve nihayet 9 Mayıs 1935’te CHP adlarını alarak gelmiştir.

*

Ortada yalnızca tarihsel gerçeklere aykırı bir durum yok. Aynı zamanda CHP’nin doğumunu bürokratik tescil gününe bağlamanın siyaseten çok sorunlu sonuçları da var.

Bunlardan birini görmek için kitaplara ya da tefekküre dalmamıza gerek yok, merkez medya aracılığıyla evlerimize dolan sesleri akla getirmek yeter.

Uzunca bir süredir etnik bölücülerle siyasal dinciler biz 1920 Meclisi’ni severiz, diye bağrışıyorlar. 1921 Anayasası çok güzeldi, onun gibi anayasa isteriz, diyorlar. Büyük kurtuluş savaşında aslan payının kendilerine ait olduğunu söyleyip duruyorlar. Ne var ki sonra, diyorlar, 1923’ten itibaren, bütün bu mücadeleye Mustafa Kemal Atatürk ve CHP el koydu. …… Bunların dilindeki Cumhuriyete doksan yıllık bir parantez ya da reklam arası lafını duymayan kaldı mı?

Yakıştırılmış doğum tarihi, bu tarihsel yalanları adeta destekliyor. CHP 1919-1923 dönemindeki kurtuluşta yok, yalnızca 1923’ten sonraki kuruluş zamanında var olan bir yapı haline dönüştürülüyor. Tepeden inmiş, başkalarınca kotarılmış mücadeleye konmuş bir şey!

*

Bir diğer sonuç ise kendi kendini örselemekten ibaret.

Mücadele tarihine değil, bürokratik tescil gününe dayandırılmış CHP’ye bakan kişi, kuruluşuna masa başında karar verilmiş, sonra da ilgili valiliğe gidilip kuruluşu tescil ettirilmiş herhangi bir sıradan partiden başka ne görebilir?

Bu doğum tarihine bakan CHP’li kişiler, ARMHC adıyla kan dökmüş büyüklerini nasıl arasın ve onlara nasıl ulaşsınlar?

CHP, bu iliştirilmiş doğum tarihiyle “ya istiklal ya ölüm” diyen kahraman kökleriyle bağ kurmayı nasıl başarsın?

Bu yanlış cumhuriyet düşmanlığına fırsat verdiği gibi, Türkiye’nin kurucu güçlerinin kendi kendini örselemesine örnek oluşturuyor.

*

CHP 93 değil 97 yaşındadır. Kurtuluşun ve kuruluşun partisidir.

2019 yılında 100. yaşını kutlayacak.

Ama bu kez yalnızca harici değil, aynı zamanda dahili işgalin bunaltısıyla!

(BAG, Yeni Adana Gazetesi, 12 Eylül 2016)


12 Eylül 2016 Pazartesi

TiSA da Gizliliği de Bize Yaramaz


Hizmet Ticareti Anlaşması -TiSA, görüşmeleri “gizli” yapılan bir anlaşma sürecinde.
Bizde her gizli şeye ilgi gösterilir de, böyle alenen gizli durumlar için “belgesi var mı belgesi” diye sormak gibi tuhaf bir adet var. Dünyanın TiSA’dan, wikileaks’in sızdırdığı belgeleri yayımlamasından sonra haberdar olduğu gerçeğinin bile ikna edici olmadığını görerek, internetten “iki yerli belge” buldum. Bunlara göre Bakanlık sanayi-ticaret odalarından bilgi isterken “TiSA Gizlilik Bildirimi gereği bu belgelerin yalnızca ‘hizmete özel’ ve gizlilik hususlarına dikkat edilerek” işleme alınmasını istiyor.
Neden “gizli”? Türkiye gibi kalkınma derdi yaşayanların çıkarları, böyle işlerin gizli kapaklı değil açık masalarda konuşulmasını gerektirmez mi? Bir Rus atasözünün dediği gibi “pazardaki herkes ambardaki unu kadar konuşur”. Gizlilik, ambarı tıka basa dolu olanların işine yarar. Bizim için ise bunlarla dengeyi bulmanın yolu gizlilikten değil, açıklıktan geçer. Böyle iken Türkiye “gizlilik şartı”nı neden kabul eder ve tartışmaya açmaz?
*
Deniz ve kara taşımacılığına bakın.
Türkiye uluslararası ticarette en çok karayolu taşımacılığında sorunlar yaşıyor. Masanın çevresindeki ülkeler ise bu konuyu görüşmeye pek de istekli değil. Çünkü büyük bölümü denizci. Çoğu uzun kıyılara sahip, hatta ada ülkesi ve dünya deniz ticaretinin ilk 10’daki büyükleri. AB üyesi Almanya dünya deniz ticaretinin neredeyse dörtte birine, Japonya yüzde 10’undan fazlasına sahip.
Denizdeki payı yüzde 1 düzeyinde olan Türkiye için deniz değil, karayolu taşımacılığı kritik öneme sahip. Masadakilerin önceliği burada değil; bu sektörün görüşme gündemine aldırılması bile başlı başına bir olay. Ama bu arada deniz taşımacılığındaki durum vahim.
Norveç gibi ülkeler gemilerine dolaşacak deniz, varacak liman ararken, Türkiye’nin çıkarları kabotaj, yani denizlerde egemenlik hakkının özenle korunmasını gerektiriyor. Ambardaki una bakarsanız, bizim için, dünyadaki limanların Türk gemilerine açılması gibi öncelikli bir gereklilik yok. Oysa öbürleri için bu adeta zorunluluk. Ne yapacağız? Yoksa TiSA uğruna tırlara karşılık denizleri mi vereceğiz!
*
Ya da sağlık turizmi denen hasta-tedavi ticareti konusunda yaşananlara bakın.
Türkiye’nin TiSA masasına Eylül 2014’te koyduğu, hastaların tedavi hizmetini başka bir ülkede alması durumunda maliyetin kendi ülkesindeki sigorta tarafından ödenmesini serbestlik kuralına bağlama önerisi büyük gürültü koparmıştı. Öyle ki masada “taraf ülkelerin birçoğu sağlık hizmetlerinin kamu hizmeti sayılması gerekçesiyle TiSA’da bu öneriyi müzakere edemeyeceklerini ifade etmişlerdir.” AB temsilcileri bu öneri karşısında “sağlık bir kamu hizmetidir, özelleştirilemez!” sloganları attı desek yeridir.
Oysa sağlıkta özelleştirme de küreselleşme de kendi dayatmalarıydı. Dayatmayla sağlığı piyasalaştıran Türkiye, kaynakları piyasa içinde kendisine çekmek üzere harekete geçince, Avrupalının bir anda kamu hizmeti yanlısı kesilmesi ilgi çekici değil mi? İtirazın sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesiyle hiçbir ilgisinin olmadığı, sorunun Eski Batının çıkarlarına dönük hassasiyet krizi olduğu ortada. Batının küresellik ve evrensellik değerlerine bağlılığı, o şey kendi çıkarına aykırı düşünceye kadar!
*
Eski Batı şimdilerde, ağzına pek de yakışmayan egemenlik şarkıları mırıldanmaya başladı. Küreselcilikle başaracağını umduğu büyük dünya işgalini beceremedi. Şimdi, dünyada yaktığı ateşlerin alevleri Avrupa’ya, kıvılcımları ABD’ye düşerken, gözlerini Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ile birlikte İran ve Türkiye’den bir türlü alamıyor.
“Yeni dünya düzeni” asıl şimdi kuruluyor.
Pazardaki sesin ambardaki unun kadar, doğru. Ve bizim ambarda epeyce bir un var! Bu devirde ambarı AB-D’nin telaş teriyle ıslatmanın, TiSA’lara gözü kapalı taahhütlerde bulunmanın alemi yok. İsteriz ki, o masada bizim adımıza oturanların çıpası “ulusal egemenlik” olsun. Dileriz ki orada bizim adımıza, dünyaya “serbest değil adil ticaret” gerektiğini bilenler konuşsun.
*

Dün, Ermeni soykırımı iftirasına karşı Türkiye davasında Doğu Perinçek’in İsviçre yargısında bir zafer daha kazandığını öğrendik. Teşekkürler Perinçek. Böyle güzel haberlerle hep birlikte nice bayramlara… 

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 11 Eylül 2016)


7 Eylül 2016 Çarşamba

TiSA’ya HAYIR, EGEMENLİĞE EVET!


Başlıktaki söz, Güney Amerika ülkelerinden Uruguay’da 2015 yılının başlarında yapılan büyük bir mitingin pankartında yazıyor.
Bu ülkenin sendikaları, demokratik kitle örgütleri, siyasal partileri ve devlet yetkilileri, görüşmeleri süren TiSA adlı Hizmet Ticareti Anlaşması’nı ulusal bünyeye zararlı görmüşler. Anlaşmanın kamu hizmetlerini özelleştirmeyi zorunlu kılmasını, özelleştirilenleri dünyanın dev şirketlerine teslim etmeyi garanti altına almasını, bunu yaparken de beş yıl boyunca yapılanlar ve yapılacaklar hakkında herhangi bir kimse ve kesime en ufak bir bilgi vermeyi yasaklamış olmasını kabul edilemez bulduklarını ilan etmişler.
Sonuçta Uruguay’ın bu anlaşmadan çekildiğini dünyaya duyurdular.
*
Türkiye’nin halen içinde yer aldığı TiSA’ya karşı yapılan eleştiriler ilginç ve önemli.
Bunlardan birine göre TiSA, turbo şarjlı özelleştirme anlaşması. Yani bu anlaşmayı küçük motordan daha çok güç elde etmek için, içine zorla, atmosfer basıncından daha fazla hava doldurmayı sağlayan pompaya benzetiyorlar.
TiSA, “demokrasiyi tehdit eden gizli bir özelleştirme anlaşması’. Tehdit, kamu hizmetleri ile ulusların egemenlik hak ve yetkileri üzerinden büyüyor.
Anlaşma kamu hizmeti kavramını ortadan kaldırıyor. Kamu hizmetlerini para ile alınıp satılan mala dönüştürüyor. Zaten can yakıcı boyutlarda olan toplumsal eşitsizlik sorununu, zayıf ölür - güçlü yaşar düsturuna bağlanmış piyasa mantığına teslim ediyor. Toplumsal eşitlik ve ilerleme sağlamak için kullanılabilecek tüm kaynakları kurutuyor.
Aynı anda halkın egemenlik hak ve yetkisine el koyuyor. Kamu hizmetlerinin üretim ve sunumunu tekellere devrederken, bunlara ilişkin tüm karar yetkisini de onlara aktarıyor. Tekelci şirketler, ulusal yasa ve kurallara bağlı olmayı sevmezler. Nitekim TiSA, dev şirketler ve bunların hamisi devletler tarafından, ülkelere adeta bir ‘hizmet ticareti anayasası’ dikte edilmesi anlamına geliyor.
*
Avrupa’daki TiSA’cılar açıkça söylüyorlar; “biz dünyanın en büyük hizmet ihracatçısıyız, çok kar ederiz!” Ama bu savunma Avrupa’daki anti-TiSA’cıları ikna etmeye yetmiyor; “ihracatı yapacak olan Avrupa’nın kendisi değil, Avrupa’yı da yönetmeye girişmiş küresel şirketler olacak” diyorlar.
Anti-TiSA’cılar, kişilerin dolaşımı çerçevesinde göçmenlere ‘bağımsız hizmet sunucusu’ statüsü vermenin anlamını ise ürkütücü buluyorlar. İnsanların başka bir ülkeye bir işle bağlı olarak gönderilme sistemini, Suudi Arabistan ve Katar gibi yerlerde uygulamaları görülen köleliğe yakın insan çalıştırma statüsünün yaygınlaştırılması diye nitelendiriyorlar. Elbette bunu, insan ve işçi hakları bakımından kabul edilemez görüyorlar.
*
2013’ten bu yana yürüyen TiSA’da ülkemizin temsilini, başında Nihat Zeybekçi’nin bulunduğu Ekonomi Bakanlığı yürütüyor. Bu bakanlığın Anlaşmalar Genel Müdürlüğü, GATS adlı anlaşma için yapılmış çalışmaları kendisine temel almış görünüyor. Bakanlığın internet sitesinde bazı bilgiler var; ancak bunlar 2014 yılının başında donmuş durumda. Buna göre Türkiye adına “gerçek kişilerin dolaşımı” ve “karayolu yük taşımacılığı” konularında önerilerde bulunulmuş. İnternet taramasından öğrendiğimize göre, geçen son ikibuçuk yılda sağlık hizmetleri ile ilgili kimi öneriler de var. Sitede bunlar hakkında herhangi bir bilgi yok.
Pazar günkü yazımda ülkemizin tutumu üzerine yapılmış açıklama yok diye yazmıştım; yanlışımı düzelteyim. Bakanlığın internet sitesinde yazdığına göre “ülkemizin tutumu” şu: “Türkiye, hizmet ticareti alanında ilave serbestleştirme sağlanması amacıyla tüm hizmet sunum biçimlerini ve hizmet faaliyetlerini kapsayacak şekilde müzakereler yürütülmesine önem vermektedir.”
Siyasi iktidarın Türkiye adına geliştirmiş olduğu tutumu başka bir yazıda ele almak üzere, doğru tutumu şimdiden belirtmekte yarar var:
TiSA’lara hayır, ulusal egemenliğe evet!

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 7 Eylül 2016)



5 Eylül 2016 Pazartesi

ULUSALCILIĞIN YÜKSELİŞİ


Bu satırların yazarı olarak, etiketlemeyi başkasına bırakmadan, etiketimi kendim yapıştırdım. Etiketin üzerinde “ulusalcı” yazıyor.

Ulusalcılık, 21. yüzyılın düşünce ve siyaset sistemi.

Ortaya çıkışı 1990’lı yıllarda, tüm dünyayı sarsan “küreselcilik”le birlikte oldu. Küreselciliğe bir tepkiden çok bir yanıt olarak görülmeli. Tepki, tepki gösterilen şey var oldukça varlığını sürdürebilen bir tavır. Oysa ulusalcılık, küreselci dünya düzeninin yıkımına karşı, hem yıkımı önlemek hem de doğru yönü işaret etmek gücüne sahip olan bir yanıt.

Bu yanıt Türkiye’de “küreselciliğe karşı ulusalcı direniş” çağrısı olarak verilmişti. Şimdi yalnızca azgelişmişler dünyasından değil, Atlantik dünyasının batısından doğusundan çeşitli yankılar buluyor.

*

Amerikalıların Henry Kissinger adlı ünlü diplomatı, 2014 tarihli Dünya Düzeni adlı kitabında, “olmadı” diye yazdı. Dünyanın kuralları yeniden belirlemesi gerektiğini söyleyip, çıkış yolunu 1648 tarihli Westfalya kurallarını modernleştirmek diye gösterdi.

Westfalya, Avrupa’da ulus-devlet modelini doğurduğu kabul edilen anlaşma. Her devletin kendi topraklarında egemen ve dışarıya karşı bağımsız olduğunu, dünya düzeninin de işte bu uluslar-arasında alınacak kararlarla kurulması gerektiğini öngören şey.

Bu sözler, ulus-devletleri reddeden küreselciliğin iflas ettiğinin ilanı.

*

Fransızların bir ekonomisti Jaques Sapir, 2011 yılında La Demondialisation başlıklı bir kitap yazdı. Fransızlar, İngilizce dünyanın globalisation (küreselleşme) dediği şeye mondialisaton (dünyasallaşma) demişlerdi. Kitap bunun bittiğini, dünyasal-sızlaşma devrinin başladığını ilan ediyor.

Almanya’nın 2009 yılında Karlsruche Anayasa Mahkemesi’nde “ulusal kanun ve kurallar Avrupa mevzuatından üstündür” kararı aldığını hatırlatıyor. Fransa’nın dünyayı iyi değerlendirmesi gerektiğini, “görkemli izolasyon değil”, ama “kartları yeniden karıp partnerlerini köşeye sıkıştıracak bir kopma senaryosu hazırlamasını öneriyor. (Kitabın Türkçesi Yerel(sel)leşme, Epos Yayınları, 2012)

*

Ulusalcılık, dünyayı hem çevre felaketlerine hem de paralı askerlerin, şirket ordularının vekalet savaşlarına mahkum eden küreselleşme politikasının yıkımına karşı, dünya genelinde yeni politika demetlerinin kurucu tavrı olarak yayılıp yükseliyor.

Ulusalcılık yükseldikçe, bizim ülkemiz de dahil, pekçok ülkeyi “çok-kültürcülük” adı altında acımasız bir ırkçılığa sürükleyen kozmopolitizmin maskesi de düşüyor. Ulusları birleşmek yerine, sözde insan hakları adı altında etnik-ırki kökenler temelinde parçalamaya ve dini inanç-mezhepler temelinde ortaçağ düşmanlıklarına gömülmeye iten küreselleşmenin arsızlığı artık çıplak gözle görülüyor.

*

Ulusalcılığın dedikleri doğru çıktı.

Küreselleşme, dev şirketlerin küreselleşmesiydi. İnsanları, yurttaşları görmüyordu. Gelir dağılımı adaletsizliğini görmüyordu. Dünya zenginliklerini ve işgücünü, kendisi için hammadde sayıyor, bunlara başkaca da bir değer vermiyordu. Bundan ne refah ne barış doğardı.

Nitekim öyle oldu.

*

Küreselciliğin pervazsızca saldırdığı zamana oranla, şimdi daha iyi durumdayız.

Kurallar şimdi yeniden belirleniyor. Yalnızca kendimiz için değil, aynı zamanda dünya için de, bir kez daha miş gibi yaparak değil gerçekten üretmek ve zenginliği adil bölüşmek üzere düşlerimizi ve yeteneklerimizi harekete geçirmemiz gerekiyor.

Dünyanın batılı imparatorları yeni süreci kendilerine göre biçimlendirmek için yola koyuluyorlar. Onların peşi sıra sürüklenmenin artık alemi yok. Türkiye, kendi yolunu çizme erdemini göstermeli.

Bunun için komşularımız Irak ve Suriye’de olduğu gibi, ülkemizin de ulusal birliğini ve toprak bütünlüğünü güvene almak, ilk ve öncelikli görevimiz.

Türkiye bu kez “yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır” demek yerine, yeni bir dünyanın kuruluşunda yerini kendisi belirleyecek.

Dünya hastalığı teşhis etti, hiç kuşku yok, iyileşecek.

(BAG, Yeni Adana, 5 Eylül 2016)


4 Eylül 2016 Pazar

TiSA … Kamu hizmeti yok ticaret var



Başlıktaki kısaltma İngilizce The Trade in Service Agreement sözünün kısaltması. Türkçesiyle Hizmet Ticareti Anlaşması. Daha açık söyleyişle, asıl olarak devlet tarafından yürütülen kamu hizmetlerinin ticaret konusu yapılması.

Kamu hizmeti, kar amacı güdülmeden ve toplum yararı neyi gerektiriyorsa o ölçüye göre yaratılan, gerektiğinde halka bedava sunulan işleri anlatır.

Ticaret ise kar amacına odaklanmış, elbette belli bir fiyata alınıp satılan iş demek. TiSA, işte bu kamu hizmetlerini ticaret malına çevirme anlaşması. Bizim otuz yıldan beri bildiğimiz “özelleştirme”nin tüm kamu hizmetlerine yayılması.

Ama bu kadarla sınırlı değil. TiSA ülkeler arasında yapılan bir anlaşma. Buradan da belli ki, amacı ulusal kamu hizmetini ülke içindeki özel sektörün ticari işi haline getirmekten ibaret değil. Özelleştirme, aynı zamanda hem kamu hizmetlerinin hem de yerli özel sektörün yürüttüğü ticari hizmetlerin “yabancılaştırma”ya açılması anlamına geliyor. Herşey bir avuç dünya tekeline!

*

TiSA bizi niye ilgilendiriyor derseniz, bu anlaşma bizi yalnızca dünya meseleleri nedeniyle değil, Türkiye’nin de bu işin içinde olması nedeniyle çok yakından ilgilendiriyor.

Anlaşmanın önderi ABD. İçinde Avrupa Birliği de var. Elbette ikisi baskın. Bu ikisinden başka 22 ülke daha var, onlardan biri de Türkiye. Görüşmelere dönüşümlü olarak üç ülke başkanlık ediyor: ABD, AB ve Avustralya.

Türk kamuoyunun anlaşmadan pek haberi yok. Aslında öbür ülke halklarının durumu da bizdeki gibi. Çünkü anlaşma çalışmaları gizli yürütülüyor. Katılanların görüşmeler hakkında, bilgi ve belge paylaşmaları yasaklanmış durumda. İsviçre’nin Cenevre kentinde 24 resmi devlet, korsanlar gibi toplanıyor ve gayrı-resmi olsa gerek, gizli gizli görüşüyorlar.

*

TiSA görüşmelerine Mart 2013’te başlanmış, ilk çerçeve Eylül 2013’te imzalanmış. Bugüne dek tam 19 toplantı (anlaşmacıların deyişiyle ‘round’, ‘müzakere’) yapmışlar.

Dünya kamuoyu bu anlaşmadan wikileaks tarafından sızdırılan belgelerden haberdar olmuş bulunuyor. Anlı-şanlı devletlerin büyük şirketlerle beraberce oturdukları bu masalar ortaya çıkınca, korsanlar çaresiz kalıp böyle bir işe girişmiş olduklarını itiraf ettiler.

O zaman AB temsilcileri “biz demokratız, şeffaflığı severiz, görüşmeleri açıklayamayız ama, kendi pozisyonumuz hakkında kamuoyuna bilgi vereceğiz” diyerek, bu acayip gizliliğin gerçek olduğunu da belgelemiş oldular. AB, bu görüşmelerde kendi tutumu hakkında bilgi veriyor; ama bu işe Türkiye adına girmiş olanlardan tık yok!

*

TiSA, küreselleşme politikası sahiplerinin inadını temsil ediyor.

1995 yılında ortaya çıkardıkları GATS (Hizmet Ticareti İçin Genel Anlaşma) adlı anlaşma görüşmeleri, 10 yıl içinde çökmüştü. O zaman bu görüşmelere 150 civarında ülke katılıyordu. 2008 yılında dondular.

Görüşmeler ve anlaşma ilkeleri aynı GATS gibi. Tek fark, 150 değil de 24 ülke arasında götürülmesi. Hesabın özünde, bu iş “birbirine benzer olan” az sayıda ülke arasında kotarılırsa, ortaya koyulacak kuralların diğer devletlerin boynuna geçirilmesinin daha kolay olacağı fikri var.

*

TiSA’ya taraf olan ülkeler ile dışarıda bırakılanlara bakılınca ise, manzara iyice ilginç oluyor. Taraflar arasında örneğin Meksika var, bugünlerde Amerikan darbesiyle başı dertte olan Brezilya yok. İsrail, Türkiye, İsveç var, Rusya yok. Pakistan var, Hindistan yok. Japonya, Güney Kore, Hong Kong var, Çin yok. Kısaca BRIC Ülkeleri olarak bilinen, dünyanın 21. yüzyılına damga vuracak güçleri olarak görülen ülkeler yok.

Öyle anlaşılıyor ki, AB-D “biz hizmetleri ticarileştirme işini hele bir kotaralım, kurallarımızı sonra diğer ülkelere dayatırız” hesabını, öncelikle bu ağır güç merkezlerine karşı yapmış bulunuyorlar. Buna göre TiSA denen sistem yalnızca neo-liberalizmin iktisadi küreselcilik hesabı değil, aynı zamanda jeopolitik hesaplar içeriyor.

*

TiSA korsanlığında Türkiye neden var? Halktan gizlenmesi neden kabul edildi? Bu korsan masada bizi kim temsil ediyor? Şimdiye kadar neler görüşüldü; bizim adımıza ne sözler verildi?

Ülkemizi yönetenlerden açıklama bekliyoruz.

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 4 Eylül 2016)