Kendini darı sanan adam fıkrasını
bilirsiniz. Bir an gelip “ben insanım,
darı değilim!” dediğinde de, “ama
bunu tavuklar biliyor mu bakalım!” diyerek büyük çukuruna yeniden
yuvarlanan adam fıkrası. Kendini ve bulunduğu durumu bilmeme halinin özeti.
Bizdeki büyük akıl – fikir sorunu böyle
bir şey. Entelektüel dünyamızın sorunu.
*
Kendimizi
Avrupa sanıyoruz. O kadar ki, Avrupa’dan önceleri Fransız,
sonraları Alman ve nihayet İngiliz dillerinde yazıp çizenlerin üzerinde
durdukları sorunları kendi sorunlarımız sanıyoruz. Bunlardan birinin yazdığı
herhangi bir şeyin bizde de olduğunu, çözüm dediği şeyin bizde de geçerli
olduğunu kabul ediyoruz. Buraların akıl-fikir dünyasındaki tartışmaları “evrensel”
katına da yükseltmişiz ki, adeta haşa, buna itiraz etmek ne demek!
*
Avrupa’da küreselcilik zamanıyla birlikte,
1980’lerden başlayarak, herkesi meşgul eden bir sorun arşa çıkmıştı. Ortadaki
şey yabancı düşmanlığı ya da ırkçılık sorunu idi; uzun adıyla ırkçı ayrımcılık ve ırkçı eşitsizlik sorunu…
Avrupa soruna çözüm aramaya başladı. Baskın fikre göre, farklı dine ve
etniklere mensup olanların istedikleri, farklılıklarının tanınmasıydı. O halde
çözüm istediklerini vermekti. ‘Çok-kültürcülük
politikası’ bu istekleri
karşılayacak, din ya da etnisite bakımından farklı olan topluluklar “tanınacak”,
sorun halledilecekti. Tek-kültürcülüğe karşı çok-kültürcülük… Yeni çağın yeni demokrasisi…
Sorun da çözüm de Türkiye’ye aynen ve Tanzimat
hızıyla taşındı. Hem de anayasa dalaşının temel konusu yapılacak kadar büyük
bir cüretle… Taşıma hızlı, azametli ama, taşınan şeyin ne olduğunu da nereye
döküleceğini de bilen yok… Çünkü bizde bu ‘çözüm’ü gerektirecek türden gerçekler
yok!
*
Avrupa’da
göçler vardı. Eski sömürgelerinde yaşayanlar, hele
İngiltere’nin “commonwealth vatandaşı” saydıkları Karayiblerden, Bangladeş’ten,
Hindistan’dan kopup geliyorlardı. Beyaz Avrupalı bu “renkli topluluklar” üzerine daha 1950’lerde devlet raporları
yazmaya başlamıştı. Beyazların renklilerden rahatsızlıkları, eski Avrupa
geleneğiydi; ırkçı ayırımcılık ‘renkli
topluluklar’ı üzmeye başladı… Oysa bizde böyle bir şey yok. Türkiye’nin ‘eski sömürgeleri’ yok. Böyle bir göç
sorunumuz yok. ‘Renkli topluluklar’ diye bir konumuz yok. Aksine, biz kendimiz Avrupa’ya
göçenler arasındayız. Yaşamımızda olmayan şeyin, fikrimizde de yeri yok.
*
Göçmenlerin
eşitsizlikten şikayet vardı. Göçmenlere hem
davranışsal hem siyasal eşitsizliklerden gına gelmişti. Eğitim, sağlık, mülk
edinme, çalışma, kamu hizmetine girme, seçme ve seçilme hakkı bakımından
açıktan açığa farklı muameleler görüyorlardı. Kentler gettolaşmış, sosyal
mekanlar arasına kimileri çıplak gözle görülen, kimileri camdan, ama hepsi
aşılmaz olan yüksek duvarlar çekilmişti. Bulundukları ülkede herkesle eşit
fırsatlardan ve aynı haklardan yararlanmak istiyorlardı… Oysa bizde böyle bir
gerçek yok. Bir kere bu şikayeti edenler ‘göçmenler’ değil, Türk vatandaşları. Elbette
ciddi eşitsizlik sorunumuz var; gelir dağılımı adaletsizliği utanç verici
boyutlarda. Ama bunun renkle, dinle, inançla, etnik kökenle hiçbir ilgisi yok. Hepimiz
aynı haklara sahibiz, inancımız ve
kökenimiz ne olursa olsun hepimiz aynı
eşitsizliklerden şikayetçiyiz.
*
Nasıl bir mantık, Avrupa’nın ağırlıklı
bölümü eski sömürgelerinden gelen göçmenler gerçeğini bizim gerçeğimizmiş gibi
görebilir? Bizde olmayan bir gerçeği nasıl bir zihniyet ‘sorun’ olarak ilan
edebilir? Nasıl bir güç, akıllarımızı, olmayan bir gerçek ve hayali ‘sorun’lar için
sözde çözümlerin hizmetine koşabilir?
Kendini darı sanan adamların mantığı…
Ülkesini Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinden
biri sanan entelektüellerle siyasetçiler… Ancak böyle bir zihniyet yapabilir.
Çatılı-çatısız üniversitelerde üretilen, ‘bilgi’sini başka topraklardan tercümeyle
derleyip Türkiye’ye don biçmeye kalkışan akıllar.
Türkiye’yi İngiltere, Fransa, ABD sanan;
bunların çalıp söylediklerini ‘evrensel sayan’; ‘ben kendimi başka şey sanmıyorum, Türkiyeyim’ derken bir anda ‘ama ya bizden değilsin deyip beni
uygarlığın dışına atarlarsa’ diye telaşa kapılan adam…
Türkiye’yi Mısır, Suudi Arabistan, Katar
sanan adamla aynı kumaştan…
(BAG, Aydınlık Gazetesi, 28 Şubat
2016)
Sayon Güler,
YanıtlaSilÖncelikle iyi günler dilerim.
Bu yazınız üzerinde bir kaç düşünce jimnastiği yaparak sizide bu pratiğe çekmek istiyorum.
Bir ülkeyi sömürge olarak kabul etmek için sömüren ülke ile sınırdaş olmaması mı gerekiyor? Yani Libya Osmanlı'nın neyi idi ki?
Sorun Osmanlı ailesinin denizle ve deniz teknolojileri ile ilgilerinin olmaması olabilir.
Bir başka bakış açısı da sömürgelerden gelen göçmenler illa renkli bir deriye sahip olmak zorunda değil.
Suriyelilerin büyük çoğunluğunu fiziksel görünüşüyle vatandaşlarımızdan ayırt etmeniz mümkün değil.
Bu göçmenler vatandaşlarımızda Almanların Türk göçmenlere karşı hissettiklerinin aynısını hissettiklerini biliyor olmalısınız.
İyi çalışmalar.
Tunç Çakır
Sayın Çakır,
SilZaman ve tarzı bir yana bırakırsanız, herşey birbirine girer. Suriyeli göçmen sorunu son iki-üç yılın sorunu. Avrupa'dan taşınan ise küreselciliğin teorisine zemin olmuş yarım asırlık sorun... Libya-Osmanlıya gelince, fetih/ayni rant ilişkisi başka şey. Sömürgecilik merkantilizm/ticaret kapitalizminin sapması, dolayısıyla o ilişkiyi tanımlamaz. Size de iyi çalışmalar.
Sayın Birgül Ayman Güler,
YanıtlaSilGerçekleri bu denli başarılı anlatmanızı taktirle karşılıyorum. Bütün bu çabalarınızın başarıya ulaşacağına yürekten inanmak istiyorum. Aydınlık günlere ulaşmak umuduyla iyi çalışmalar dilerim.
Prof. Dr. Zühre İndirkaş
Sayın İndirkaş, teşekkür ederim, hepimize kolay gelsin.
Sil